Açıköğretim Ders Notları

İslam Hukukuna Giriş Dersi 4. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden İslam Hukukuna Giriş Dersi 4. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

İslam Hukukunun Kaynakları

Giriş

İslam hukukunun kaynakları Kitâb, Sünnet ve ictihad’dan ibarettir. İslam hukukunun oluşumu da vahiy kökenli naslar (ayet ve hadisler) yanında bu iki aslın hukukçular tarafından sistemleştirilmesi ve uygulanması yoluyla olduğundan İslam hukukunun kaynakları konusunu deliller ve yöntemler olmak üzere iki kısma ayırarak incelemek uygun olur.

Deliller

Delil, genel olarak, üzerinde doğru düşünmekle doğrulanabilir veya yanlışlanabilir özellik taşıyan bir sonuca ulaşılabilen şey şeklinde tanımlanır. İslam hukukunda hükümlerin dayandırıldığı deliller, en temelde yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm ile O’nun son elçisi olan Hz.Muhammed’in Sünneti dir. Aslî delillerin uzantısı veya eki görünümü arzeden bu mülhak delillerin tanımı ve ne ölçüde delil olabilecekleri konusunda İslam hukuk ekollerinin yaklaşımları ve kabulleri farklıdır. Aslî delillerin uzantısı sayılan bu deliller şunlardır:

  • Önceki şeriatler,
  • Sahabî sözü ve
  • Medine ehlinin uygulaması.

Aslî Deliller

Kitab (Kur’ân-ı Kerîm):

İslam hukukunun en temel kaynağı Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kitab (Kur’ân), “ Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilmiş, mushafın iki kapağı arasında tevatüren nakledilmiş Tanrı kelamı ” şeklinde tanımlanır. Kur’ân’ın nakline ilişkin temel özellik, onun mütevâtir olarak (tevâtüren) nakledilmiş olmasıdır. Tevatür, yalan üzerinde birleşmesi aklen imkansız olan bir sayıdaki topluluğun yine kendileri gibi bir topluluktan nakilde bulunması anlamına gelir ve Kur’ân nesilden nesile bu şekilde nakledilmiştir.

Kur’ân’ın Arapça oluşuyla ilgili olarak iki önemli problem gündeme gelmiştir. Bunlardan biri Arapçadan başka bir dille namazda kıraatin caiz olup olmadığı tartışması, diğeri de Arapça bilmenin ictihad şartlarından biri olmasıdır. Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezheplere göre namazda Arapçanın dışında bir dille okumak asla caiz görülmezken, Hanefilerde bir nedenle Arapça okumaya güç yetiremeyen kimsenin başka bir dille kıraat edebileceği yönünde görüşler vardır. Tercümede iki yönden hata söz konusudur.

Bunlardan biri anlama hatası, ikincisi de anlamı başka dile aktarma sırasındaki hatadır. Bu bakımdan tercümeden hüküm çıkarmanın sağlıklı bir yol olmadığı söylenebilir.

Kur’ân-ı Kerîm bir bütün olarak hep birden değil yaklaşık 23 senelik süreçte parça parça inmiş, değişik yazı malzemeleri üzerine yazılmış, sahabîler tarafından ezberlenmiş ve daha sonra bir kitap haline getirilmiştir.

İnsanla ilişkili olarak düşünüldüğünde Kur’an’ın bütün muhtevasını inanç, ahlak ve amel/davranış (ibadet ve hukuk) olmak üzere üç ana grupta toplamak mümkündür. Kur’an’ın bu içeriğine uygun olarak da Müslüman geleneğinde üç temel ilim sistemleşmiştir. Kur’an’ın inanç alanındaki ayetleri kelam ilminde, ahlak alanındaki ayetleri tasavvuf ilminde ibadet ve hukuka ilişkin ayetleri de fıkıh ilminde sistematize edilmiştir. Kur’an’da yer alan 6 bin küsur ayetten fıkıh alanıyla doğrudan ilgili olan ayet sayısı 500 civarındadır. Hukukun bazı konuları da özet hükümler şeklinde veya daha ayrıntılı biçimde Kur’an’da yer almaktadır. Kur’an’da en ayrıntılı biçimde yer alan hukuk konusu belki de aile hukukudur. Kur’an’daki mevcut düzenlemelerden hareketle şeriatın/hukukun en temel amaçları beş temel değerin korunmasına indirgenmiştir. Korunması amaçlanan beş temel değer şunlardır:

  • Canın korunması,
  • Aklın korunması,
  • Dinin korunması,
  • Neslin korunması ve
  • Malın korunması.

Kitab (Kur’an) Arap diliyle yazılmış bir metin olması bakımından, anlamının doğru tesbit edilmesi noktasında Arap dilinin delalet şekillerinin ve kurallarının dikkate alınması bir zorunluluktur. Bu konu fıkıh usulü kitaplarında oldukça geniş bir yer tutar. Fıkıh usulü, Kur’an’ın ve ona tâbi olarak Sünnetin lafzının yorumlanmasına ve hükme delâletine ilişkin kurallar üzerinde yoğunlaşmıştır. Kur’an’ın İslâm Hukukunun aslî kaynağı olduğunda görüş birliği bulunmakla beraber, Kur’an’daki tek tek âyetlerin şer’î bir hükme nasıl delâlet ettiği hususu ciddi bir bilimsel çabayı ve metodolojiyi gerektirir. Bu temel noktalar ve fıkıh usulünde verilen diğer ayrıntılar dikkate alınmadan Kur’an’dan hüküm çıkarılmaya çalışılması, insanların kendi kişisel yorum ve tercihlerini Kur’an üzerinden sanki Kur’an’ın hükmüymüş gibi sunmaları gibi yanlış ve yanıltıcı sonuçlar doğurabilir.

Sünnet:

Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır. Mütevatir sünnet, yalan üzerinde birleşmeleri düşünülemeyen bir sayıdaki topluluğun kendileri gibi bir topluluktan naklettikleri sünnettir. Meşhur sünnet ise ilk tabakada ahad iken sonraki tabakalarda mütevatirin niteliğine sahip olmuş sünnettir. Ahad sünnet ise, bütün tabakalarda tevatür sayısına ulaşmayan kişilerce nakledilen sünnettir.

Sünnet, İslam hukukunun ikinci temel kaynağıdır. Sünnetin ikinci kaynak olması onun daha az önemli olduğu anlamına gelmez. Hüküm çıkarma konusunda Kur’an ile Sünnet arasında özde bir fark yoktur. Kur’an’ın anlaşılması noktasında da Sünnet’e büyük ihtiyaç vardır.

Sünnet’in temel bir kaynak olarak görülmesi, genelde, Kur’an’ı Kerim’de Hz. Peygamber’e itaat ve ittiba etmeyi emreden ve onun örnek alınması gereken biri olduğunu vurgulayan âyetlere dayandırılmıştır. Sünnetin fonksiyonu sadece Kur’an’ı açıklama ve Kur’an hükümlerinin uygulanmasını örneklendirme ile sınırlı tutulmaz. Sünnet ayrıca, Kur’an yanında ikinci ve müstakil bir hüküm kaynağı olarak da görülür. Bu sebeple de Kur’an ve Sünnet İslâm dininin, İslâm akaid ve fıkhının iki aslî kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve yorumlamada belirli ilmî metotların takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikimi, fıkıh kültür ve geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz olmaktadır.

İcmâ:

İcma fikrinin doğuşu Hz. Peygamber’in ölümünden sonra ümmet kavramıyla ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamberin yerine bir halife seçilerek siyasî otorite boşluğu giderildi. Raşid halifeler her iki alana ilişkin meselelerde ileri gelen sahabîlerin görüşlerine başvuruyor (şûrâ) ve alınan karar bu yolla meşrulaştırılmış oluyordu. Şûrâ üyeleri, öncelikli olarak karşılan meselede Hz. Peygamberin bir sünnetinin bulunup bulunmadığını araştırıyor, bulamadığı takdirde, meseleyi kendi ictihadlarıyla karara bağlıyorlardı.

Muaviye ile birlikte siyasî otorite, teşriî (dini-hukuki) otoriteden ayrışmaya başlayınca Sünnet ve önceki uygulamalar ayrı bir önem kazandı. Gerek ibadet alanına gerekse hukuk alanına ilişkin olsun, sahabîlerin görüş birliği ettiği konular da tıpkı Hz. Peygamberin sünneti gibi bağlayıcı kabul ediliyordu.

Fıkıh usulu terimi olarak icmâ, “Muhammed (s.a) ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliği etmeleri” biçiminde tanımlanır.

İcmâ, esas itibariyle, birçok müçtehidin şer‘î bir meselenin hükmüne dair tek tek açıkladıkları görüşlerinin aynı noktada buluşması yoluyla meydana gelir. İcmâın bir delil olduğu birçok ayet ve hadise dayandırılmaktadır. Mesela “ Ey inananlar! Allaha itaat edin, peygambere ve içinizden çıkmış emir sahiplerine iman edin …” (Nisa 4/59) ve “ Kendisine doğru yol belli olduktan sonra kim Resule karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola ittiba ederse, onu yöneldiği tarafa döndürür ve ateşe/cehenneme sokarız …” (Nisa 4/115) ayetleriyle “ Benim ümmetim yanlış üzerinde birleşmez ” hadisi bunlardan bazılarıdır. İcmâ, gerek ayetlerde, gerekse hadislerde yer alan ve Muhammed ümmetinin farklılığına ve üstünlüğüne vurgu yapan ifadelerin toplamından çıkan ümmetin yanılmazlığı fikri üzerine temellenir.

Tanımda geçen “onun ölümünden sonraki herhangi bir devirde” kaydının ilk kısmı, Hz. Peygamber döneminde icmâa gerek bulunmadığını, ikinci kısmı ise icmâın sadece sahabe dönemine has olmayıp, başka dönemlerde de gerçekleşebileceğini anlatmaktadır. İcmâın rüknü, yani mahiyetini oluşturan öz, “ittifak”, yani görüşlerin bir noktada buluşmasıdır.

İcmâın gerçekleşmiş sayılmasının şartı bütün müctehidlerin görüş birliğidir. İcmâın gerçekleşmesine ilişkin olarak kimi usulcüler tarafından öne sürülen fakat yaygın kabul görmeyen iki şart daha vardır.

Bunlardan birincisi ınkırâzu’l-asr, diğeri de sahabe ihtilafının bulunmamasıdır. Inkırâzu’l-asr, icmâa katılan müctehidlerin hepsinin ölmesi anlamına gelir. Bu şartı öne sürenlere göre, görüşünden vazgeçme ihtimali bulunduğu için, aynı doğrultuda görüş bildiren müçtehidlerin hepsi ölmedikçe icmâ gerçekleşemez. Hanefilere göre icmâın gerçekleşmesi için ınkırâzu’l-asr şart değildir.

İcmâ ehlinin kim olduğunun belirlenmesi de önemlidir. Çünkü kimin bu kapsamda olduğu bilinince, ehil olan birinin dışarıda kalması durumunda icmâın gerçekleşmiş olmadığı ve ehil olmayan birinin karşı görüşünün icmâın gerçekleşmesini engellemediği de bilinmiş olur.

İcmâın hükmü, üzerinde icmâ edilen konunun hükmünün yakinen sabit olup, inkârının küfrü gerektirmesidir. Bu konuda getirilen gerekçeler, icmâın hücciyyetini isbatta kullanılan gerekçelerdir. Ancak bu hüküm icmâın bütün mertebeleri için geçerli değildir.

Sağlamlık ve kesinlik derecelerine göre icmâ şu şekilde sıralanır:

  1. Sahabe icmâı,
  2. Sonrakilerin, sahabenin ihtilafı bulunmayan bir konudaki icmâı,
  3. Sonrakilerin, sahabîlerin ihtilaf ettiği bir konuda mevcut görüşlerden biri üzerinde icmâı. Bu icmâ tartışmalı olup, bir asır içinde veya iki farklı asırda değiştirilmesi mümkündür.
  4. Gerçekleştikten sonra içlerinden birinin vazgeçtiği icmâ. Bu tür icmâ da tartışmalıdır.

İcmâın mutlaka bir dayanağı olmalıdır. Bu dayanağın neler olabileceği konusunda usulcülerin farklı yaklaşımları vardır. Buna göre icmâ zanni bir delile dayalı ise onu kat’ileştirmekte, kat’i bir delile dayalı ise onu daha da kuvvetlendirmiş olmaktadır. Haber-i vâhid ve kıyas üzerindeki icmâ birinci türe, namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin farziyeti üzerindeki icmâ ise ikinci türe girmektedir.

İcmâ, deliller hiyerarşisinde genel olarak Kitab ve Sünnetten sonra üçüncü sırada yer alsa da usulcüler, bu sıralamanın şeref sıralaması olduğunu, kuvvet açısından yapılacak sıralamada icmâın birinci sırada yer alacağını açıkça ifade etmişlerdir. İcmâın üstlendiği temel fonksiyon, başta dinin sembolik ifade biçimleri olan ibadet ve ibadet içerikli konular olmak üzere Hz. Peygamberin bütün alanlardaki temel uygulamalarının tespit edilip, koruma altına alınmasıdır. Bir anlamda Hz. Peygamberin ümmetin şahsında yaşatılması olduğu söylenebilir.

İcmânın işlevleri genel anlamda;

  1. Muhafaza (İbadet ve ibadet içerikli konularda Hz. Peygamberden intikal eden ve sahabede somutlaşan mevcut anlayış ve uygulamaları korumak ve sürdürmek)
  2. Bağlayıcılık (Özellikle hukuk alanına ilişkin olmak üzere, yeni karşılan problemlerde ortak ve bağlayıcı karar alabilmek)
  3. Kamu otoritesini sınırlamak
  4. Bazı usûl konularının meşruiyetini sağlamak (Usulcülerin, icmâa özellikle sahabe icmâına yükledikleri fonksiyonlardan birisi de, kıyasın hüccet oluşu, haber-i vâhid ile amel gibi usulî konuların meşruiyetini ispatlamak ve temellendirmek)

Istıshâb:

Terim olarak ıstıshâb mevcut olan bir şeyin aynı şekilde devam etmesi, diğer bir ifadeyle, daha önce varlığı bilinen bir durumun, aksine delil bulunmadıkça, varlığını koruduğuna hükmedilmesi şeklinde tanımlanır. Usulcülerin “Bekâu mâ kâne alâ mâ kân” sözleri bunu ifade eder. Gazzâlî başta olmak üzere kelamcı usulcüler ıstıshâbı asli deliller arasında zikretmişler, Kitab, Sünnet ve icmâ’dan farkını belirtmek üzere de bunların nakli delil, ıstıshâbın ise aklî delil olduğunu söylemişlerdir. Istıshâbla irtibatlı olarak düşünülen iki temel ilke vardır. Bunlardan birisi “Eşyada aslolan ibahadır” ilkesi, diğeri de “Berâet-i zimmet asıldır” ilkesidir.

Mülhak Deliller

İslam hukukuçularının hüküm çıkarımında başvurdukları bazı kaynaklar vardır ki bunlar üzerinde dikkatlice düşünüldüğü vakit bunların bağımsız delil olmaktan çok, Kur’an veya Sünnet’in veya her ikisinin bir uzantısı mahiyetinde oldukları görülür. Bu kaynaklar önceki şeriatler, sahabî sözü ve Medine halkının uygulamasıdır (Ameli ehl-i Medîne).

Önceki Şeriatler (Şer’u Men Kablenâ)

Başta tevhid (Yaratıcının birliği) ilkesi ve buna bağlı hususlar ile ahiret vb. konular geçmişten bu yana değişmeyen din kapsamında yer alır. Şeriat ise daha çok ibadetin veya hukukun konusu olan davranışlara (amel) ilişkin olan hususları kapsar. Hz. Muhammed’in getirdiği şeriat, önceki şeriatlerı neshettiği için kural olarak o dinlerde yer alan ibadet ve hukuk alanındaki hükümler Müslümanlar için geçerli ve bağlayıcı değildir. Bu bakımdan İslam hukukçuları Hz. Muhammed’den önceki ilâhî dinlerin Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayan hükümlerine bir kaynak değeri atfetmemişlerdir. Ancak Kur’an’da ve Sünnet’te bazen eski şeriatlardaki bazı uygulamalara atıf yapılır.

Önceki dinlerin Kur’an veya Sünnet’te red veya onay yönünde bir açıklama bulunmayan hükümlerinin geçerliliği konusunda İslam hukuk ekolleri arasında farklı yaklaşımlar vardır. Bu konuda iki temel yaklaşımın altı çizilebilir. Bunlardan birinci yaklaşım, yasaklanmadığımız sürece önceki şeriatlarla amel etmemiz, onları uygulamamız gerektiğini öne sürerken, diğeri, aynı hükmün bizim şeriatımızda da bulunması durumu hariç, ilke olarak önceki şeriatlarla amel etmenin yasaklığını savunur.

Sahâbî Sözü:

Hadis bilginleri Hz. Peygamberi görmüş olan her mümini sahabî olarak nitelerken fıkıh usulü bilginlerine göre, örfen arkadaş denebilecek bir süre Hz. Peygamberle birlikte bulunmuş kimseye sahâbî (çoğulu: sahâbe) denir. Sahabî sözü, daha çok, bir sahabînin herhangi bir konudaki görüşü, fetvası anlamına gelir. Sahabî sözleri sonrakiler açısından dört şekilde ortaya çıkabilir:

  1. Sahabîlerin görüş birliği (icmâ),
  2. Sahabîlerin görüş ayrılığı(ihtilaf),
  3. Bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü (sükûtî icmâ) ve
  4. Bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık kazanan sözü.

Başlıkta geçen “sahabî sözü” ifadesi özellikle dördüncü durum için kullanılır. Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı konusundaki görüşler iki grupta toparlanabilir. Birinci görüşe göre, sahabî sözü ister kıyasa uygun isterse aykırı olsun mutlak olarak hüccettir. Sahabî sözünü hüccet sayanlar, daha çok sahabenin faziletini dile getiren ayet ve hadislere tutunmuşlardır.

Sahabî sözlerinin tamamını değil, sadece kıyasa aykırı olanlarını hüccet sayan güçlü bir eğilim daha vardır. İkinci görüşe göre ise sahabî sözü kural olarak hüccet değildir. Bu görüş sahiplerinin tutunduğu akli gerekçelerden biri, ‘sahabenin masum olmamasıdır. Birinin başka birine uymasının gerekli olması için uyulacak kişide uyanda bulunmayan bir meziyetin olması şarttır. Hz. Peygambere uymak vaciptir, çünkü o masumdur. Ümmetin icmâına uymak gerekir, çünkü Hz. Peygamber, icmâın da masum olacağına şahitlik etmiştir. Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı tartışmasının pratik sonuçları şu şekilde sıralanabilir.

  1. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde, kıyasa takdim edilmesi, yani sahabî sözü varken kıyasa başvurulmaması gerekir.
  2. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde bununla Kur’ân’ın umûmî ifadeleri tahsis edilebilir.

Medine Ehlinin Ameli:

Medine, Hz. Peygamberin hicretten itibaren ömrünü tamamladığı şehirdir. Ahkâm âyetlerinin büyük çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer‘i hükümlerin tamamına yakını Medine’de belirlenmiştir. Medine halkı bu süreci Hz. Peygamberle birlikte yaşamıştır. İşte İmam Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin uygulamasına bir değer atfetmiş ve onu hüccet olarak görmüştür. İmam Malik’in Medine ehlinin amelini hüccet kabul ettiği yaygın olarak bilinmekle birlikte bunun mahiyeti konusunda farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Malikî ekolü dışında kalan usulcülerin büyük çoğunluğu ise Medine uygulamasına özel bir değer atfetmemişlerdir. Görüldüğü gibi kabul edenler açısından “Medine ehlinin ameli” bağımsız bir delil olmayıp, Sünnetin veya icmâ’ın bir eki, uzantısı mahiyetindedir.

Yöntemler

Kıyas:

Sözlükte mukayese etmek, benzetmek, örneğine göre yapmak gibi anlamlara gelen kıyas sözcüğü Hanefi usulcülerin tanımına göre kıyas ‘sırf dil yoluyla idrak edilemeyen ortak bir illet sebebiyle asıl daki hükmü fer ‘e de vermek (ta‘diye)’ demektir. Bir başka tanıma göre ise ‘İllet birliği sebebiyle asıldaki hükmün benzeri olan bir hükmü fer’de isbat etmektir. Fakihlerin bazı metodlar uygulayarak illeti bulma çabaları kesinlik ifade etmeyip zan ifade eder. Bu bakımdan kıyas işleminin sonucunda ulaşılan hüküm, çoğu kere, asıldaki hüküm gibi kesinlik ifade etmez, zan ifade eder. Kıyas yoluyla ulaşılan sonuç, rastgele değil, bir âyet ve hadisteki hükmün, illet birliğine dayanarak fer‘e verilmesinden ibaret olduğu için, yapılan kıyas işlemi, bir hükmün ilkten konulması (isbat) değil, asılda potansiyel olarak var olan hükmün açığa çıkarılması olmaktadır. Kıyas işleminin hukuken geçerli sayılabilmesi için bazı şartları taşıması gerekir. Bunlar, her bir rükünde aranan şartlar şeklinde olmak üzere fıkıh usulu eserlerinde ayrıntılı olarak anlatılır.

Kıyasın meşru bir yöntem olduğu Sünnî ve Mutezilî usulcülerin geneli tarafından kabul edilir. Çünkü bunlara göre, sayıca sınırlı olan nasları, sınırsız hayat olaylarına yetiştirmenin başka yolu yoktur. Özellikle Zahiriler ve Şia kıyası şiddetle reddederler. Zahiriler nasların zahir anlamlarının yeterli olduğunu ve kıyasa gerek bulunmadığını savunurken, Şia masum imam telakkisi sebebiyle kıyasa ihtiyaçları olmadığını iddia ederler.

İstihsan:

İstihsan, sözlükte, güzel bulmak anlamına gelir. Terim olarak ise kolaylığın alınıp zorluğun terkedilmesi olup, bu husus dinde temel bir prensiptir. İstihsanın mahiyetini en iyi yansıttığı düşünülen bir tanıma göre istihsan, “bir meseleye, daha kuvvetli bir anlam sebebiyle, o meselenin benzerlerinin hükmünden farklı bir hüküm vermek”tir.

Ana kuraldan ayrılmayı meşru kılan sebepler şunlardır:

  1. Kurala aykırı olan bir nassın bulunması. Unutarak yiyip içmekle ilgili hadis buna örnektir.
  2. İcmâın bulunması
  3. Zaruretin bulunması.

Bu sebeplere göre değerlendirdiğimizde karşımıza üç tür istihsan çıkar: Nass sebebiyle istihsan, icmâ veya teâmül sebebiyle istihsan, zaruret sebebiyle istihsan. Kapalı kıyas sebebiyle yapılan istihsan da istihsanın dördüncü türü olur.

Istıslâh (Mesâlih-i Mürseleyi Dikkate Alma):

Istıslah, genel olarak maslahat-ı mürseleyi dikkate alma, ona göre hüküm verme anlamına gelir. Maslahat, asıl itibariyle, yararı sağlama (celb-i menfaat) veya zararı gidermeden (def-i mazarrat) ibarettir. Maslahat, “mahiyeti ve gücü açısından” ve “Şer‘in itibar edip etmemesi” açısından olmak üzere iki açıdan taksime tutulmaktadır.

Mahiyeti ve gücü açısından maslahat zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât olmak üzere üç kısma ayrılır. Şâri’in dikkate alıp almaması açısından ise maslahatlar muteber, mülğâ ve mürsel maslahatlar olmak üzere üç kısma ayrılır. Istıslah ilke olarak karşılaşılan olayın hükmünün naslarda veya icmâ’da bulunmaması ve kıyas yöntemiyle bulunamaması durumunda devreye girer.

Maslahat-ı mürseleye göre hüküm vermenin caiz olup olmadığı usulcüler arasında tartışmalıdır. Daha çok İmam Malik ve Malikiler ile son dönemlerde Hanbelîlerin maslahat-ı mürseleye göre amel ettikleri, diğer ekollerin ve usulcülerin buna sıcak bakmadıkları yaygın bir kanaattir. Bunlara göre ıstıslah, kıyasa başvuran ve münasip vasıf arayışında olan herkesçe benimsenen bir yöntemdir.

Sedd-i Zerâi‘:

Zerâi‘, harama, kötü ve zararlı bir sonuca götüren şey anlamındaki zerî‘a sözcüğünün çoğuludur. Sed, ise kapamak, engel olmak, set çekmek anlamına gelir. Buna göre sedd-i zerî‘a kötülüğe giden yolun kapatılması demektir. Daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde işletilen bir yöntemdir. Yasağa götüren şeyin de yasak olması gerektiği ve yasağa götüren şeyin görünüşte caiz olmasının, sonucun meşruluğunu garanti edemeyeceği anlayışı üzerine temellenir.

Giriş

İslam hukukunun kaynakları Kitâb, Sünnet ve ictihad’dan ibarettir. İslam hukukunun oluşumu da vahiy kökenli naslar (ayet ve hadisler) yanında bu iki aslın hukukçular tarafından sistemleştirilmesi ve uygulanması yoluyla olduğundan İslam hukukunun kaynakları konusunu deliller ve yöntemler olmak üzere iki kısma ayırarak incelemek uygun olur.

Deliller

Delil, genel olarak, üzerinde doğru düşünmekle doğrulanabilir veya yanlışlanabilir özellik taşıyan bir sonuca ulaşılabilen şey şeklinde tanımlanır. İslam hukukunda hükümlerin dayandırıldığı deliller, en temelde yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm ile O’nun son elçisi olan Hz.Muhammed’in Sünneti dir. Aslî delillerin uzantısı veya eki görünümü arzeden bu mülhak delillerin tanımı ve ne ölçüde delil olabilecekleri konusunda İslam hukuk ekollerinin yaklaşımları ve kabulleri farklıdır. Aslî delillerin uzantısı sayılan bu deliller şunlardır:

  • Önceki şeriatler,
  • Sahabî sözü ve
  • Medine ehlinin uygulaması.

Aslî Deliller

Kitab (Kur’ân-ı Kerîm):

İslam hukukunun en temel kaynağı Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kitab (Kur’ân), “ Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilmiş, mushafın iki kapağı arasında tevatüren nakledilmiş Tanrı kelamı ” şeklinde tanımlanır. Kur’ân’ın nakline ilişkin temel özellik, onun mütevâtir olarak (tevâtüren) nakledilmiş olmasıdır. Tevatür, yalan üzerinde birleşmesi aklen imkansız olan bir sayıdaki topluluğun yine kendileri gibi bir topluluktan nakilde bulunması anlamına gelir ve Kur’ân nesilden nesile bu şekilde nakledilmiştir.

Kur’ân’ın Arapça oluşuyla ilgili olarak iki önemli problem gündeme gelmiştir. Bunlardan biri Arapçadan başka bir dille namazda kıraatin caiz olup olmadığı tartışması, diğeri de Arapça bilmenin ictihad şartlarından biri olmasıdır. Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezheplere göre namazda Arapçanın dışında bir dille okumak asla caiz görülmezken, Hanefilerde bir nedenle Arapça okumaya güç yetiremeyen kimsenin başka bir dille kıraat edebileceği yönünde görüşler vardır. Tercümede iki yönden hata söz konusudur.

Bunlardan biri anlama hatası, ikincisi de anlamı başka dile aktarma sırasındaki hatadır. Bu bakımdan tercümeden hüküm çıkarmanın sağlıklı bir yol olmadığı söylenebilir.

Kur’ân-ı Kerîm bir bütün olarak hep birden değil yaklaşık 23 senelik süreçte parça parça inmiş, değişik yazı malzemeleri üzerine yazılmış, sahabîler tarafından ezberlenmiş ve daha sonra bir kitap haline getirilmiştir.

İnsanla ilişkili olarak düşünüldüğünde Kur’an’ın bütün muhtevasını inanç, ahlak ve amel/davranış (ibadet ve hukuk) olmak üzere üç ana grupta toplamak mümkündür. Kur’an’ın bu içeriğine uygun olarak da Müslüman geleneğinde üç temel ilim sistemleşmiştir. Kur’an’ın inanç alanındaki ayetleri kelam ilminde, ahlak alanındaki ayetleri tasavvuf ilminde ibadet ve hukuka ilişkin ayetleri de fıkıh ilminde sistematize edilmiştir. Kur’an’da yer alan 6 bin küsur ayetten fıkıh alanıyla doğrudan ilgili olan ayet sayısı 500 civarındadır. Hukukun bazı konuları da özet hükümler şeklinde veya daha ayrıntılı biçimde Kur’an’da yer almaktadır. Kur’an’da en ayrıntılı biçimde yer alan hukuk konusu belki de aile hukukudur. Kur’an’daki mevcut düzenlemelerden hareketle şeriatın/hukukun en temel amaçları beş temel değerin korunmasına indirgenmiştir. Korunması amaçlanan beş temel değer şunlardır:

  • Canın korunması,
  • Aklın korunması,
  • Dinin korunması,
  • Neslin korunması ve
  • Malın korunması.

Kitab (Kur’an) Arap diliyle yazılmış bir metin olması bakımından, anlamının doğru tesbit edilmesi noktasında Arap dilinin delalet şekillerinin ve kurallarının dikkate alınması bir zorunluluktur. Bu konu fıkıh usulü kitaplarında oldukça geniş bir yer tutar. Fıkıh usulü, Kur’an’ın ve ona tâbi olarak Sünnetin lafzının yorumlanmasına ve hükme delâletine ilişkin kurallar üzerinde yoğunlaşmıştır. Kur’an’ın İslâm Hukukunun aslî kaynağı olduğunda görüş birliği bulunmakla beraber, Kur’an’daki tek tek âyetlerin şer’î bir hükme nasıl delâlet ettiği hususu ciddi bir bilimsel çabayı ve metodolojiyi gerektirir. Bu temel noktalar ve fıkıh usulünde verilen diğer ayrıntılar dikkate alınmadan Kur’an’dan hüküm çıkarılmaya çalışılması, insanların kendi kişisel yorum ve tercihlerini Kur’an üzerinden sanki Kur’an’ın hükmüymüş gibi sunmaları gibi yanlış ve yanıltıcı sonuçlar doğurabilir.

Sünnet:

Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır. Mütevatir sünnet, yalan üzerinde birleşmeleri düşünülemeyen bir sayıdaki topluluğun kendileri gibi bir topluluktan naklettikleri sünnettir. Meşhur sünnet ise ilk tabakada ahad iken sonraki tabakalarda mütevatirin niteliğine sahip olmuş sünnettir. Ahad sünnet ise, bütün tabakalarda tevatür sayısına ulaşmayan kişilerce nakledilen sünnettir.

Sünnet, İslam hukukunun ikinci temel kaynağıdır. Sünnetin ikinci kaynak olması onun daha az önemli olduğu anlamına gelmez. Hüküm çıkarma konusunda Kur’an ile Sünnet arasında özde bir fark yoktur. Kur’an’ın anlaşılması noktasında da Sünnet’e büyük ihtiyaç vardır.

Sünnet’in temel bir kaynak olarak görülmesi, genelde, Kur’an’ı Kerim’de Hz. Peygamber’e itaat ve ittiba etmeyi emreden ve onun örnek alınması gereken biri olduğunu vurgulayan âyetlere dayandırılmıştır. Sünnetin fonksiyonu sadece Kur’an’ı açıklama ve Kur’an hükümlerinin uygulanmasını örneklendirme ile sınırlı tutulmaz. Sünnet ayrıca, Kur’an yanında ikinci ve müstakil bir hüküm kaynağı olarak da görülür. Bu sebeple de Kur’an ve Sünnet İslâm dininin, İslâm akaid ve fıkhının iki aslî kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve yorumlamada belirli ilmî metotların takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikimi, fıkıh kültür ve geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz olmaktadır.

İcmâ:

İcma fikrinin doğuşu Hz. Peygamber’in ölümünden sonra ümmet kavramıyla ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamberin yerine bir halife seçilerek siyasî otorite boşluğu giderildi. Raşid halifeler her iki alana ilişkin meselelerde ileri gelen sahabîlerin görüşlerine başvuruyor (şûrâ) ve alınan karar bu yolla meşrulaştırılmış oluyordu. Şûrâ üyeleri, öncelikli olarak karşılan meselede Hz. Peygamberin bir sünnetinin bulunup bulunmadığını araştırıyor, bulamadığı takdirde, meseleyi kendi ictihadlarıyla karara bağlıyorlardı.

Muaviye ile birlikte siyasî otorite, teşriî (dini-hukuki) otoriteden ayrışmaya başlayınca Sünnet ve önceki uygulamalar ayrı bir önem kazandı. Gerek ibadet alanına gerekse hukuk alanına ilişkin olsun, sahabîlerin görüş birliği ettiği konular da tıpkı Hz. Peygamberin sünneti gibi bağlayıcı kabul ediliyordu.

Fıkıh usulu terimi olarak icmâ, “Muhammed (s.a) ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliği etmeleri” biçiminde tanımlanır.

İcmâ, esas itibariyle, birçok müçtehidin şer‘î bir meselenin hükmüne dair tek tek açıkladıkları görüşlerinin aynı noktada buluşması yoluyla meydana gelir. İcmâın bir delil olduğu birçok ayet ve hadise dayandırılmaktadır. Mesela “ Ey inananlar! Allaha itaat edin, peygambere ve içinizden çıkmış emir sahiplerine iman edin …” (Nisa 4/59) ve “ Kendisine doğru yol belli olduktan sonra kim Resule karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola ittiba ederse, onu yöneldiği tarafa döndürür ve ateşe/cehenneme sokarız …” (Nisa 4/115) ayetleriyle “ Benim ümmetim yanlış üzerinde birleşmez ” hadisi bunlardan bazılarıdır. İcmâ, gerek ayetlerde, gerekse hadislerde yer alan ve Muhammed ümmetinin farklılığına ve üstünlüğüne vurgu yapan ifadelerin toplamından çıkan ümmetin yanılmazlığı fikri üzerine temellenir.

Tanımda geçen “onun ölümünden sonraki herhangi bir devirde” kaydının ilk kısmı, Hz. Peygamber döneminde icmâa gerek bulunmadığını, ikinci kısmı ise icmâın sadece sahabe dönemine has olmayıp, başka dönemlerde de gerçekleşebileceğini anlatmaktadır. İcmâın rüknü, yani mahiyetini oluşturan öz, “ittifak”, yani görüşlerin bir noktada buluşmasıdır.

İcmâın gerçekleşmiş sayılmasının şartı bütün müctehidlerin görüş birliğidir. İcmâın gerçekleşmesine ilişkin olarak kimi usulcüler tarafından öne sürülen fakat yaygın kabul görmeyen iki şart daha vardır.

Bunlardan birincisi ınkırâzu’l-asr, diğeri de sahabe ihtilafının bulunmamasıdır. Inkırâzu’l-asr, icmâa katılan müctehidlerin hepsinin ölmesi anlamına gelir. Bu şartı öne sürenlere göre, görüşünden vazgeçme ihtimali bulunduğu için, aynı doğrultuda görüş bildiren müçtehidlerin hepsi ölmedikçe icmâ gerçekleşemez. Hanefilere göre icmâın gerçekleşmesi için ınkırâzu’l-asr şart değildir.

İcmâ ehlinin kim olduğunun belirlenmesi de önemlidir. Çünkü kimin bu kapsamda olduğu bilinince, ehil olan birinin dışarıda kalması durumunda icmâın gerçekleşmiş olmadığı ve ehil olmayan birinin karşı görüşünün icmâın gerçekleşmesini engellemediği de bilinmiş olur.

İcmâın hükmü, üzerinde icmâ edilen konunun hükmünün yakinen sabit olup, inkârının küfrü gerektirmesidir. Bu konuda getirilen gerekçeler, icmâın hücciyyetini isbatta kullanılan gerekçelerdir. Ancak bu hüküm icmâın bütün mertebeleri için geçerli değildir.

Sağlamlık ve kesinlik derecelerine göre icmâ şu şekilde sıralanır:

  1. Sahabe icmâı,
  2. Sonrakilerin, sahabenin ihtilafı bulunmayan bir konudaki icmâı,
  3. Sonrakilerin, sahabîlerin ihtilaf ettiği bir konuda mevcut görüşlerden biri üzerinde icmâı. Bu icmâ tartışmalı olup, bir asır içinde veya iki farklı asırda değiştirilmesi mümkündür.
  4. Gerçekleştikten sonra içlerinden birinin vazgeçtiği icmâ. Bu tür icmâ da tartışmalıdır.

İcmâın mutlaka bir dayanağı olmalıdır. Bu dayanağın neler olabileceği konusunda usulcülerin farklı yaklaşımları vardır. Buna göre icmâ zanni bir delile dayalı ise onu kat’ileştirmekte, kat’i bir delile dayalı ise onu daha da kuvvetlendirmiş olmaktadır. Haber-i vâhid ve kıyas üzerindeki icmâ birinci türe, namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin farziyeti üzerindeki icmâ ise ikinci türe girmektedir.

İcmâ, deliller hiyerarşisinde genel olarak Kitab ve Sünnetten sonra üçüncü sırada yer alsa da usulcüler, bu sıralamanın şeref sıralaması olduğunu, kuvvet açısından yapılacak sıralamada icmâın birinci sırada yer alacağını açıkça ifade etmişlerdir. İcmâın üstlendiği temel fonksiyon, başta dinin sembolik ifade biçimleri olan ibadet ve ibadet içerikli konular olmak üzere Hz. Peygamberin bütün alanlardaki temel uygulamalarının tespit edilip, koruma altına alınmasıdır. Bir anlamda Hz. Peygamberin ümmetin şahsında yaşatılması olduğu söylenebilir.

İcmânın işlevleri genel anlamda;

  1. Muhafaza (İbadet ve ibadet içerikli konularda Hz. Peygamberden intikal eden ve sahabede somutlaşan mevcut anlayış ve uygulamaları korumak ve sürdürmek)
  2. Bağlayıcılık (Özellikle hukuk alanına ilişkin olmak üzere, yeni karşılan problemlerde ortak ve bağlayıcı karar alabilmek)
  3. Kamu otoritesini sınırlamak
  4. Bazı usûl konularının meşruiyetini sağlamak (Usulcülerin, icmâa özellikle sahabe icmâına yükledikleri fonksiyonlardan birisi de, kıyasın hüccet oluşu, haber-i vâhid ile amel gibi usulî konuların meşruiyetini ispatlamak ve temellendirmek)

Istıshâb:

Terim olarak ıstıshâb mevcut olan bir şeyin aynı şekilde devam etmesi, diğer bir ifadeyle, daha önce varlığı bilinen bir durumun, aksine delil bulunmadıkça, varlığını koruduğuna hükmedilmesi şeklinde tanımlanır. Usulcülerin “Bekâu mâ kâne alâ mâ kân” sözleri bunu ifade eder. Gazzâlî başta olmak üzere kelamcı usulcüler ıstıshâbı asli deliller arasında zikretmişler, Kitab, Sünnet ve icmâ’dan farkını belirtmek üzere de bunların nakli delil, ıstıshâbın ise aklî delil olduğunu söylemişlerdir. Istıshâbla irtibatlı olarak düşünülen iki temel ilke vardır. Bunlardan birisi “Eşyada aslolan ibahadır” ilkesi, diğeri de “Berâet-i zimmet asıldır” ilkesidir.

Mülhak Deliller

İslam hukukuçularının hüküm çıkarımında başvurdukları bazı kaynaklar vardır ki bunlar üzerinde dikkatlice düşünüldüğü vakit bunların bağımsız delil olmaktan çok, Kur’an veya Sünnet’in veya her ikisinin bir uzantısı mahiyetinde oldukları görülür. Bu kaynaklar önceki şeriatler, sahabî sözü ve Medine halkının uygulamasıdır (Ameli ehl-i Medîne).

Önceki Şeriatler (Şer’u Men Kablenâ)

Başta tevhid (Yaratıcının birliği) ilkesi ve buna bağlı hususlar ile ahiret vb. konular geçmişten bu yana değişmeyen din kapsamında yer alır. Şeriat ise daha çok ibadetin veya hukukun konusu olan davranışlara (amel) ilişkin olan hususları kapsar. Hz. Muhammed’in getirdiği şeriat, önceki şeriatlerı neshettiği için kural olarak o dinlerde yer alan ibadet ve hukuk alanındaki hükümler Müslümanlar için geçerli ve bağlayıcı değildir. Bu bakımdan İslam hukukçuları Hz. Muhammed’den önceki ilâhî dinlerin Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayan hükümlerine bir kaynak değeri atfetmemişlerdir. Ancak Kur’an’da ve Sünnet’te bazen eski şeriatlardaki bazı uygulamalara atıf yapılır.

Önceki dinlerin Kur’an veya Sünnet’te red veya onay yönünde bir açıklama bulunmayan hükümlerinin geçerliliği konusunda İslam hukuk ekolleri arasında farklı yaklaşımlar vardır. Bu konuda iki temel yaklaşımın altı çizilebilir. Bunlardan birinci yaklaşım, yasaklanmadığımız sürece önceki şeriatlarla amel etmemiz, onları uygulamamız gerektiğini öne sürerken, diğeri, aynı hükmün bizim şeriatımızda da bulunması durumu hariç, ilke olarak önceki şeriatlarla amel etmenin yasaklığını savunur.

Sahâbî Sözü:

Hadis bilginleri Hz. Peygamberi görmüş olan her mümini sahabî olarak nitelerken fıkıh usulü bilginlerine göre, örfen arkadaş denebilecek bir süre Hz. Peygamberle birlikte bulunmuş kimseye sahâbî (çoğulu: sahâbe) denir. Sahabî sözü, daha çok, bir sahabînin herhangi bir konudaki görüşü, fetvası anlamına gelir. Sahabî sözleri sonrakiler açısından dört şekilde ortaya çıkabilir:

  1. Sahabîlerin görüş birliği (icmâ),
  2. Sahabîlerin görüş ayrılığı(ihtilaf),
  3. Bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü (sükûtî icmâ) ve
  4. Bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık kazanan sözü.

Başlıkta geçen “sahabî sözü” ifadesi özellikle dördüncü durum için kullanılır. Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı konusundaki görüşler iki grupta toparlanabilir. Birinci görüşe göre, sahabî sözü ister kıyasa uygun isterse aykırı olsun mutlak olarak hüccettir. Sahabî sözünü hüccet sayanlar, daha çok sahabenin faziletini dile getiren ayet ve hadislere tutunmuşlardır.

Sahabî sözlerinin tamamını değil, sadece kıyasa aykırı olanlarını hüccet sayan güçlü bir eğilim daha vardır. İkinci görüşe göre ise sahabî sözü kural olarak hüccet değildir. Bu görüş sahiplerinin tutunduğu akli gerekçelerden biri, ‘sahabenin masum olmamasıdır. Birinin başka birine uymasının gerekli olması için uyulacak kişide uyanda bulunmayan bir meziyetin olması şarttır. Hz. Peygambere uymak vaciptir, çünkü o masumdur. Ümmetin icmâına uymak gerekir, çünkü Hz. Peygamber, icmâın da masum olacağına şahitlik etmiştir. Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı tartışmasının pratik sonuçları şu şekilde sıralanabilir.

  1. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde, kıyasa takdim edilmesi, yani sahabî sözü varken kıyasa başvurulmaması gerekir.
  2. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde bununla Kur’ân’ın umûmî ifadeleri tahsis edilebilir.

Medine Ehlinin Ameli:

Medine, Hz. Peygamberin hicretten itibaren ömrünü tamamladığı şehirdir. Ahkâm âyetlerinin büyük çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer‘i hükümlerin tamamına yakını Medine’de belirlenmiştir. Medine halkı bu süreci Hz. Peygamberle birlikte yaşamıştır. İşte İmam Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin uygulamasına bir değer atfetmiş ve onu hüccet olarak görmüştür. İmam Malik’in Medine ehlinin amelini hüccet kabul ettiği yaygın olarak bilinmekle birlikte bunun mahiyeti konusunda farklı değerlendirmeler bulunmaktadır. Malikî ekolü dışında kalan usulcülerin büyük çoğunluğu ise Medine uygulamasına özel bir değer atfetmemişlerdir. Görüldüğü gibi kabul edenler açısından “Medine ehlinin ameli” bağımsız bir delil olmayıp, Sünnetin veya icmâ’ın bir eki, uzantısı mahiyetindedir.

Yöntemler

Kıyas:

Sözlükte mukayese etmek, benzetmek, örneğine göre yapmak gibi anlamlara gelen kıyas sözcüğü Hanefi usulcülerin tanımına göre kıyas ‘sırf dil yoluyla idrak edilemeyen ortak bir illet sebebiyle asıl daki hükmü fer ‘e de vermek (ta‘diye)’ demektir. Bir başka tanıma göre ise ‘İllet birliği sebebiyle asıldaki hükmün benzeri olan bir hükmü fer’de isbat etmektir. Fakihlerin bazı metodlar uygulayarak illeti bulma çabaları kesinlik ifade etmeyip zan ifade eder. Bu bakımdan kıyas işleminin sonucunda ulaşılan hüküm, çoğu kere, asıldaki hüküm gibi kesinlik ifade etmez, zan ifade eder. Kıyas yoluyla ulaşılan sonuç, rastgele değil, bir âyet ve hadisteki hükmün, illet birliğine dayanarak fer‘e verilmesinden ibaret olduğu için, yapılan kıyas işlemi, bir hükmün ilkten konulması (isbat) değil, asılda potansiyel olarak var olan hükmün açığa çıkarılması olmaktadır. Kıyas işleminin hukuken geçerli sayılabilmesi için bazı şartları taşıması gerekir. Bunlar, her bir rükünde aranan şartlar şeklinde olmak üzere fıkıh usulu eserlerinde ayrıntılı olarak anlatılır.

Kıyasın meşru bir yöntem olduğu Sünnî ve Mutezilî usulcülerin geneli tarafından kabul edilir. Çünkü bunlara göre, sayıca sınırlı olan nasları, sınırsız hayat olaylarına yetiştirmenin başka yolu yoktur. Özellikle Zahiriler ve Şia kıyası şiddetle reddederler. Zahiriler nasların zahir anlamlarının yeterli olduğunu ve kıyasa gerek bulunmadığını savunurken, Şia masum imam telakkisi sebebiyle kıyasa ihtiyaçları olmadığını iddia ederler.

İstihsan:

İstihsan, sözlükte, güzel bulmak anlamına gelir. Terim olarak ise kolaylığın alınıp zorluğun terkedilmesi olup, bu husus dinde temel bir prensiptir. İstihsanın mahiyetini en iyi yansıttığı düşünülen bir tanıma göre istihsan, “bir meseleye, daha kuvvetli bir anlam sebebiyle, o meselenin benzerlerinin hükmünden farklı bir hüküm vermek”tir.

Ana kuraldan ayrılmayı meşru kılan sebepler şunlardır:

  1. Kurala aykırı olan bir nassın bulunması. Unutarak yiyip içmekle ilgili hadis buna örnektir.
  2. İcmâın bulunması
  3. Zaruretin bulunması.

Bu sebeplere göre değerlendirdiğimizde karşımıza üç tür istihsan çıkar: Nass sebebiyle istihsan, icmâ veya teâmül sebebiyle istihsan, zaruret sebebiyle istihsan. Kapalı kıyas sebebiyle yapılan istihsan da istihsanın dördüncü türü olur.

Istıslâh (Mesâlih-i Mürseleyi Dikkate Alma):

Istıslah, genel olarak maslahat-ı mürseleyi dikkate alma, ona göre hüküm verme anlamına gelir. Maslahat, asıl itibariyle, yararı sağlama (celb-i menfaat) veya zararı gidermeden (def-i mazarrat) ibarettir. Maslahat, “mahiyeti ve gücü açısından” ve “Şer‘in itibar edip etmemesi” açısından olmak üzere iki açıdan taksime tutulmaktadır.

Mahiyeti ve gücü açısından maslahat zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât olmak üzere üç kısma ayrılır. Şâri’in dikkate alıp almaması açısından ise maslahatlar muteber, mülğâ ve mürsel maslahatlar olmak üzere üç kısma ayrılır. Istıslah ilke olarak karşılaşılan olayın hükmünün naslarda veya icmâ’da bulunmaması ve kıyas yöntemiyle bulunamaması durumunda devreye girer.

Maslahat-ı mürseleye göre hüküm vermenin caiz olup olmadığı usulcüler arasında tartışmalıdır. Daha çok İmam Malik ve Malikiler ile son dönemlerde Hanbelîlerin maslahat-ı mürseleye göre amel ettikleri, diğer ekollerin ve usulcülerin buna sıcak bakmadıkları yaygın bir kanaattir. Bunlara göre ıstıslah, kıyasa başvuran ve münasip vasıf arayışında olan herkesçe benimsenen bir yöntemdir.

Sedd-i Zerâi‘:

Zerâi‘, harama, kötü ve zararlı bir sonuca götüren şey anlamındaki zerî‘a sözcüğünün çoğuludur. Sed, ise kapamak, engel olmak, set çekmek anlamına gelir. Buna göre sedd-i zerî‘a kötülüğe giden yolun kapatılması demektir. Daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde işletilen bir yöntemdir. Yasağa götüren şeyin de yasak olması gerektiği ve yasağa götüren şeyin görünüşte caiz olmasının, sonucun meşruluğunu garanti edemeyeceği anlayışı üzerine temellenir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.