Orta Doğuda Siyaset Dersi 5. Ünite Özet
Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.
Açıköğretim derslerinden Orta Doğuda Siyaset Dersi 5. Ünite Özet için hazırlanan ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.
Orta Doğu’Da Barış Süreci
İsrail’in Doğuşu ve Filistin Sorunu
Filistin sorununun ortaya çıkışında, Osmanlının bölgeden çekilme sürecinde ve İsrail devletinin kurulma sürecinde yaşanan olaylar belirleyici olmuştur. Bu süreçte, Halife Hz. Ömer zamanında (637) Müslümanların egemenliğine geçen Filistin, 11. yy’ın sonundaki Haçlı Seferlerine kadar Müslümanların denetiminde kalmıştır. Selahaddini Eyyubi’nin Haçlıları yenmesiyle tekrar ele geçirilen bölge, Eyyübilerden sonra Memlükler ve Osmanlılar döneminde de Müslümanların denetiminde kalmıştır.
Birinci Dünya savaşı sürecinde İngilizlerin; bir yandan Arapları (özellikle Hicaz-Şam hattında) Osmanlıya karşı kışkırtmaları, diğer yandan 1916 yılında Fransa ile imzaladıkları Sykes-Picot anlaşması ile Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmaları ve bunlara ek olarak Araplardan habersizce Filistin’de Yahudilerin milli yurdunun kurulmasını desteklemeleri, Filistin sorunu sürecinde belirleyici rol oynamıştır.
Filistin sorununda önemli rolü olan ve 1917’de açıklandıktan sonra bölgenin 1920’de İngiliz manda yönetimine girmesi ile içeriği uygulamaya konulan Balfour Deklarasyonu (Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour adıyla bilinir) Filistin topraklarında kurulacak Yahudi yurdu için destek sözü niteliğindedir. Bu dönemde bölgede 1918’de 700.000 olan Filistin nüfusunun %92’si Arap ve kalan %8’i Yahudi’yken ve Yahudilerin kontrol ettikleri toprak parçası yaklaşık %2,5 iken, 1922’de bu oran %11’e yükselmiştir. 1931’e gelindiğinde, İngiliz manda yönetiminin etkisiyle, Yahudilerin toplam nüfustaki oranı %17 iken, bu oran 1947’de %31’e, kontrol ettikleri toprak parçası ise %6,5’e yükselmiştir. Yönetim kademelerindeki Yahudilerin etkisi ve İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan soykırım, bölgeye göçlerin artmasında belirleyici olmuştur. Bu süreçte Araplar Birleşmiş Milletlere, hem Birleşmiş Milletlerin hem de İngiltere’nin Arap toprakları üzerindeki tasarrufu ve hâkimiyeti ile Balfour Deklarasyonu’nun hukuki boyutu, Birinci Dünya savaşı sırasında bağımsız bir Arap devleti kurma konusunda Araplara verilen vaatler ve Filistin halkının kendi Anayasası’nı ve yönetim biçimini seçebilme hakkı ile ilgili sorular sormuşlardır.
Filistin sorunu ve İsrail’in kuruluşunda belirleyici noktalardan bir diğeri Taksim Planı’dır. Artan Yahudi terörü nedeniyle İngiltere’nin Filistin sorununu Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler’e havale etmesi ve aynı yıl toplanan genel kurulun, 11 üyeden oluşan Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’ni (UNSCOP) kurmasıyla yapılan görüşmelerde; Yahudiler ve Dünya Siyonist Teşkilatı lideri Weizmann Filistin’in taksimini, Arap devletleri de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını istemişlerdir.
Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’nin çalışmaları sonucunda Çekoslovakya, Hollanda, İsveç, Kanada, Guatemala, Peru ve Uruguay tarafından desteklenen Çoğunluk Planı’na göre; Filistin Arap Devletleri, Yahudi Devleti ve Kudüs Bölgesi olmak üzere üç ayrı bölgeye taksim edilecek ve Eylül 1947’den sonra iki yıllık bir geçiş döneminin ardından Arap ve Yahudi devletleri bağımsız olacaktır. Çoğunluk Planı’nda üç bölgeye eşit taksim söz konusu değildir. Bu plana göre; Arap Devletine Filistin topraklarının %42,8’i verilecek ve devletin nüfusunun 725.000’ini Araplar ve 10.000’ini Yahudiler oluşturacaktır. Yahudilere taksim edilecek toprak ise; o güne kadar toprakların sadece %6,5’i kontrol etmiş olmalarına ve toplam nüfusun %31’ini oluşturmalarına rağmen Filistin topraklarının %56,4’ünü oluşturacaktı. Bu bölgede Yahudi nüfusu 498.000 iken, Araplar 407.000’den oluşacak ancak Araplar bir süre sonra sürülecektir.
Komiteden çıkan ikinci plan ise Azınlık Planı’ydı. Hindistan, İran ve Yugoslavya tarafından desteklenen bu plana göre; Arap ve Yahudi devletlerinden oluşan ve başkenti Kudüs olacak olan bağımsız bir Filistin Federal Devleti kurulacaktı. Bu süreçte Amerika’nın çoğunluk planını/taksim planını desteklemesi ve hatta diğer ulusları da desteklemeye zorlaması ile Çoğunluk Planı, 181 A sayılı tavsiye kararı ile 29 Kasım 1947’de kabul edildi. Kararın ardından İngiltere 15 Mayıs 1948’de Filistin’deki manda uygulamasını kaldırdığında Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmalar artmış, Yahudiler toplu katliamlarla Arapları göçe zorlamış ve Tel Aviv’de Yahudi Ulusal Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıklamıştır. İsrail devletini ilk tanıyan ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Onun arkasından SSCB de bu yeni kurulan devleti tanımıştır.
Arap İsrail Savaşları
1948 Savaşı: İlk Arap-İsrail savaşı, 1948’de Tel Aviv’de Yahudi Ulusal Konseyi’nin İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıklamasıyla Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetlerinin Filistin’e girmesiyle başlayan savaştır. Bu süreçte Güvenlik Konseyinin 19 Ekim 1948 tarihindeki ateşkes çağrısını taraflar kabul etmiş fakat çatışmaları durdurmamışlardır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 11 Aralık 1948’de kabul ettiği 194 sayılı karar; Filistin Uzlaştırma Komisyonu (Türkiye-ABDFransa) kurulmasını, mültecilere evlerine geri dönme hakkı tanınmasını ve geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesini (ancak bu karar uygulanmamıştır), Kudüs ve güneyde Bethlehem’in sınırları geniş tutulup ayrı, askersiz bir bölge haline getirilerek BM’in denetimine bırakılmasını içermekteydi.
Savaş, İsrail’in Gazze’yi Mısır’la (ki Mısır ele geçirdiği toprakları ilhak etmezken, İsrail ve Ürdün ilhak etmiştir), Filistin’in Arapların elinde olan kısmını ise Ürdün’le paylaşarak kontrol ettiği toprakları %78’e çıkarmasıyla sona ermiştir. Bu sonuç toprakları işgal edilen 700.000900.000 Filistinlinin mülteci durumuna düşmesine neden olmuştur.
1956 Süveyş Krizi/İsrail’in Mısır’a Saldırısı: 1952’de Mısır’da darbeyle monarşiye son verilmiş, 1954’de Nâsır denetimi ele geçirmiştir. Nâsır’ın bağlantısızlık politikasını izlemesi, Doğu Blok’u ile iyi ilişkiler kurması, 1956 Mayıs’ında Çin’i tanıması ve 1955 Eylül’ünde yapılan anlaşma ile Çekoslovakya’dan silah satın alması, ABD ve İngiltere’nin daha önce verilen sözlere rağmen mevcut durumda Asvan Baraj projesine finansman desteği sağlamayacakları yönünde açıklama yapmalarına neden olmuştur. Bunun üzerine Nâsır, Temmuz 1956’da Süveyş kanalı şirketini gerekli finansmanı sağlamak için millileştirdiğini açıklamıştır. Ekim 1956’ya kadar finansman konusunda bir gelişme olmaması üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail kanal bölgesi ve Mısır’ın diğer önemli noktalarını işgal etmiştir. Sovyetler Birliği’nin tepkisi üzerine politik üstünlük sağlamalarından çekinen ABD, İngiltere ve Fransa’ya baskı uygulamış ve bu ülkeler BM’in kararına uyarak 6 Kasım’da geri çekilmişlerdir. Savaş sonucunda Nâsır askeri başarısızlığa rağmen Arap Dünyasında prestij elde etmiş, savaşta mayınlar ve batan gemiler dolayısıyla kapanan Süveyş kanalı 10 Nisan 1957’de trafiğe açılmıştır.
Altı Gün Savaşı/1967: İsrail’in 5 Haziran 1967’de Mısır’a saldırmasıyla başlayan savaşta, Mısır’ın hava gücü daha savaşın ilk saatlerinde etkisiz hale getirilmiştir. Bu süreçte İngiliz ve Amerikan güçleri, İsrail’e yapılacak olası bir saldırıyı caydırmak için İsrail açıklarında bekletilmiş, bu durum aynı zamanda İsrail’in hava ve kara gücünü rahatça kullanabilmesine olanak tanımıştır.
Savaş süresince Mısır uçaklarının yanı sıra Suriye ve Ürdün uçaklarını da imha ederek Arap güçlerinin %80’ini etkisiz hale getiren İsrail, savaş sonucunda Mısır’a ait olan Gazze bölgesi ve Sina yarımadasını, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni ve Ürdün’ün egemenliğindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmiştir. Böylelikle İsrail 1947’deki Taksim Kararı ile kendisine bırakılan toprakları 1967’de dört katına çıkarırken, güvenlik tehdidi oluşturan Mısır’ın askeri gücünün %80 zayıflamasına neden olmuştur.
1967 savaşının bir diğer sonucu, Arap-İsrail sorununu daha karmaşık bir boyuta taşımış olmasıdır. Savaş öncesinde sorun, İsrail’in nihai sınırlarının belirlenmesi ve mülteci sorunu iken, savaş sonrasında “İsrail” kavramı Araplar için artık kabul edilen bir gerçek halini almıştır. Arap topraklarının büyük bir kısmını elinde bulunduran İsrail’den bu toprakların geri alınması, Kudüs’ün Statüsü, Batı Şeria’nın durumu ve sayıları gittikçe artan mülteci sorunu, çözüm bekleyen sorunlar arasında yer almıştır. Bu durum, ABD ve SSCB gibi dış güçlerin bu sorunlar ile daha fazla ilgilenmek zorunda kalmalarına neden olmuştur.
Konuyla ilgili BM’nin 22 Kasım 1967 tarihli, 242 sayılı kararı; İsrail’in savaş durumuna son vermesini ve işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bölgedeki devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı ile tanınmış sınırlar içerisinde kuvvet tehdidinden uzak olarak güvenlikli ve barış halinde yaşama hakkının tanınmasını içermekteydi. Bunlara ek olarak kararda; uluslararası suyollarında seyrüsefer serbestisinin garanti altına alınması, mülteciler meselesinin adil bir çözüme kavuşturulması, gayri askeri bölgeler ihdası suretiyle bölgedeki her devletin toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığının garanti altına alınması ihtiyacı vurgulanmaktaydı. Ayrıca kararda genel sekreterden, bu kararın ilkelerine uygun barışçı ve kabul edilmiş bir çözümün gerçekleştirilmesinde taraflarla gerekli temasları yapmak üzere bir özel temsilci tayin edilmesi istenmekteydi. Ancak İsrail, BM’nin bu ve bundan sonraki kararlarını tanımayacağını dile getirmiştir.
1973 Ekim Savaşı: Bu savaş Suriye ve Mısır tarafından; Suriye ve Sina olmak üzere iki cepheden başlatılan savaştır. Savaş sürecinde ilk başta ağır kayıplar veren İsrail, ilerleyen günlerde üstünlüğü eline geçirmiştir. Irak, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın savaşa katılmalarına rağmen Arapların lehine bir durum gerçekleşmemiştir. ABD’nin İsrail’e yardım etmesi ve tarafların BM’nin 22 Ekim tarihli 338 sayılı ateşkes kararını kabul etmeleriyle savaş mevcut durumda bir değişiklik olmadan başladığı noktada sonuçlanmıştır. Bu karar; tarafların bulundukları yerde ateşi kesmelerini ve ateşkesi 242 sayılı kararın bütün unsurlarını uygulayarak gerçekleştirmelerini, ayrıca Orta Doğu’da kalıcı ve adil bir barışın tesisi için aracılar vasıtasıyla müzakerelerin başlamasını öngörmekteydi.
1973 Ekim savaşındaki en önemli karar, 16/17 Ekim 1973 tarihinde OAPEC ülkeleri tarafından alınan ambargo kararıdır. Bu ambargo petrol fiyatlarında artışa gidilmesine neden olmuş, petrol fiyatları kısa sürede 2-3 dolardan 16 dolara kadar çıkmıştır.
Bu süreçten sonra Mısır, işgal edilen topraklarını geri alabilmek için Washington ile görüşmelere başlamıştır. 1974/1975 ayırma anlaşmalarıyla başlayan süreç, 1978’de Camp David Çerçeve Anlaşması’nın ve 1979 Mart ayında Mısır-İsrail Barış Anlaşması’nın imzalanması ile devam etmiştir.
Camp David Sonrası Gelişmeler
1979 Mart’ında İsrail’le diplomatik ilişkiler kurulmasını ve İsrail’in Sina’dan aşamalı bir şekilde çekilmesini öngören anlaşmanın imzalanması üzerine Mısır, Camp David Anlaşması ile 1967’de İsrail’in eline geçen Sina’yı geri almayı garantilemiştir ancak bu durum Arap dünyasının tepkisine neden olmuştur. Bu tepki sonucu Mısır’ın Arap Birliği’ne üyeliği askıya alınmış ve Arap Birliği’nin merkezi, Kahire’den Tunus’a taşınmıştır.
1978-1979 Camp David anlaşmalarına rağmen İsrail’in önce 1980’de Doğu Kudüs’ü, 1981’de Golan Tepeleri’ni ilhak etmesi ve 1982’de Güney Lübnan’ı işgal etmesi, barışa yönelik tavrında bir değişiklik olmadığının göstergesi olmuştur. Yaşanan bu gelişmelerin ardından 1982 Eylül’ünde yapılan Regan Planı adlı teklifte ABD, İsrail’in Batı Şeria’yı güvenlik içerisinde yönetmesini sağlayacak bir formül üzerinde dururken, bağımsız bir Filistin devletini desteklemeyeceğini, sadece belli bir süre sonra (beş yıl) özerklik verilebileceğini belirtiyordu. Diğer bir ifade ile plan, Filistin sorununa çözüm getirmeyip sadece ertelerken, kısa vadede İsrail’in güvenlik sorununu çözmeyi amaçlıyordu. Bu plan Batı Şeria’dan çekilme çağrısında bulunduğu için İsrail tarafından reddedildi. 1983 Şubatı’nda Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi de, planın sorunlarına ciddi çözümler getirmediğini belirterek reddetti. Eylül 1982’de Fez’de toplanan Arap Zirvesi’nde ortaya konan Fez Planı’nda yer alan Filistinliler için temel talepler, Filistinlilerin kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olması, FKÖ’nün tek meşru temsilci olarak tanınması, Kudüs’ün doğusu da dâhil olmak üzere İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulması şeklindeydi. Bunlara ek olarak, Yahudi yerleşim yerlerinin boşaltılmasını, Filistinli mültecilerin geri dönüşlerinin sağlanmasını ve geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesi konusundaki BM kararının uygulanmasını, üç dinin kutsal yerlerde dinsel törenlerini özgürce yapabilmelerini ve Batı Şeria ile Gazze’nin altı aydan fazla süreyle BM gözetiminde kalmasını, BM Güvenlik Konseyinin bölgedeki tüm devletlere barışı garanti etmesini talep ediyordu.
Bu süreçten sonra yaşanan en önemli gelişmeler arasında Aralık 1987’de başlayan Filistin İntifada hareketi ve Ağustos 1988’de Ürdün Kralı Hüseyin’in, Batı Şeria ile yasal ve yönetimsel bağlarını kopardığına, FKÖ’yü Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak her açıdan destekleyeceğine, Filistin önderliğinde sürgünde kurulacak hükümeti tanıyan ve destekleyen ilk ülke olacaklarına ilişkin açıklamaları yer almaktadır. Bu açıklamaların ardından 12-15 Kasım 1988’de Cezayir’de toplanan FKÖ ve Filistin Ulusal Konseyi’nin 1948 bölünme sınırlarını esas alan ve başkenti Kudüs olan, sürgünde bağımsız bir Filistin devleti kurulduğunu açıklamaları dönemin bir diğer önemli olayıdır. Bu süreçte Filistin politikasındaki önemli değişiklik 242 ve 338 sayılı BM kararlarını ve İsrail’in var olma hakkını kabul etmeleri olmuştur.
1988 sonu ve 1989 başından itibaren bölgesel ve uluslararası koşullar (ABD baskısı, İsrail kamuoyundan gelen baskılar) FKÖ ile İsrail Izak Şamir hükümeti arasında müzakerelerin başlamasını kaçınılmaz kılmıştır. Böylece Ekim 1991’de Madrid görüşmeleri başlamıştır. 1992 Haziran seçimlerini İşçi Partisi’nin kazanmasıyla barış süreci yeni bir dinamizm kazanmış, Eylül 1993’te Norveç’in arabuluculuğuyla Oslo Süreci başlamıştır.
Oslo Sonrasında Orta Doğu Barış Süreci
Oslo sürecinde imzalanan anlaşmalar; FKÖ ve İsrail’in karşılıklı olarak birbirlerini tanımalarını, FKÖ’nün şiddet kullanımından vazgeçmesini, Gazze ve Eriha’da geçici bir özerk yönetim oluşturulmasını öngörüyordu. Anlaşmanın Mayıs 1994’te imzalanan ikinci aşaması ise, Batı Şeria’da Özerk Filistin yönetimi oluşturulmasını ve beş yıl içerisinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını içeriyordu.
Oslo süreci sonunda Filistin’in tam kontrolüne terk edilen bölge %18’de kalmış, ortak denetimin söz konusu olduğu bölge ise %22 olmuştu. 1967’de işgal edilen Batı Şeria’nın %60’ı hala İsrail’in tam denetiminde bulunuyordu. Bunun nedeni, bu süreçte yapılan anlaşmalara rağmen İsrail’in çekilme işlemini geciktirmesi, yeni yerleşim birimleri kurmaya devam etmesi ve bu dönemde Yahudi yerleşim birimleri ile İsrail’in diğer bölgelerine ulaşımı sağlayacak olan yolları Filistin köylülerinin topraklarında inşa etmesidir.
17 Mayıs 1999 tarihinde yapılan başbakanlık seçimlerini kazanan ve Netanyahu yerine gelen İşçi Partisi lideri Ehud Barak’ın, barış süreci konusundaki yaklaşımı olumlu olmuştur. Taraflar, 4 Eylül 1999’da Mısır’da imzalanan Şarm el-Şeyh Memorandumu çerçevesinde Kudüs’ün statüsü, sınır sorunu, Yahudi yerleşimleri ve mülteciler sorununu içeren nihai statü görüşmelerine başlayabilmek için önceki anlaşmalarda öngörülen hedeflerin gerçekleştirilmesi gereği üzerine odaklanmışlardır. Sonrasında 11-24 Temmuz 2000 tarihleri arasında İsrail ve Filistin heyetleri Camp David’de bir araya gelerek, Oslo sürecinin öngördüğü nihai statü konularında bir anlaşma sağlamaya çalışmışlardır. II. Camp David zirvesinde yapılan anlaşmada, barış sürecinin son tarihi 13 Eylül 2000 olarak gösterilmiş ama anlaşma öncesi bir araya gelen tarafların birbirlerinden uzak oldukları bir kez daha anlaşılmıştır.
28 Eylül 2000 tarihi, Filistin sorununun dönüm noktalarından biri olmuş, muhalefetteki Ariel Şaron’un, Harem-i Şerif ‘e (el- Aksâ Camii) çok sayıda İsrail askeriyle yaptığı provokasyon niteliğindeki ziyaret, Filistinlilerin protesto gösterilerine yol açmış ve El–Aksâ İntifadası olarak da bilinen İkinci İntifadayı başlatmıştır. Bu süreçte bir yanda İsrail’in orantısız güç kullanımı ve sindirme girişimi, diğer yanda İslami Cihad, El-Aksâ Şehitleri Tugayı, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Hamas’ın üstlendiği intihar saldırıları olmuş, gerek İsrail saldırılarında, gerekse İsraillilere karşı girişilen intihar saldırılarında çok sayıda can kaybı yaşanmıştır.
İsrail’de 6 Şubat 2001’de yapılan seçimlerde Ariel Şaron’un başbakan olması gerilimi daha da arttırmış, hatta Şaron, 11 Eylül sonrasında Filistin halkına karşı uyguladığı şiddeti, Amerikan hükümetinin Afganistan’a karşı uyguladığı terör savaşıyla ilişkilendirmiştir. 2002 Şubat ayından itibaren saldırılarını Arafat üzerinde yoğunlaştıran Şaron hükümeti, Arafat’ın Ramallah’taki karargâhını kuşatmıştır. Yaşanan bu gelişmelerden sonra 26-28 Mart 2002’de 22 ülkenin katılımıyla Beyrut’ta yapılan dördüncü Arap Birliği zirvesinde, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah tarafından sunulan ve İsrail’in 1967’deki sınırlara çekilmesi ve Filistinli mültecilerin sorununun çözümü karşılığında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini öngören plan, ‘Arap Planı’ olarak kabul edilmiştir. Bu plan ilk kez İsrail’in bütün komşuları ve Arap ülkeleriyle aynı anda barış anlaşması imzalayarak güvenli sınırlarda tanınması fırsatını vermekteydi.
Şaron’un 2002 Mart ve Nisan’da Filistin topraklarına yoğun saldırısı ve yaşanan gelişmeler, 2002’nin ikinci yarısında New York’ta ABD, AB, BM ve Rusya’nın ‘Yol Haritası’ adlı yeni bir Orta Doğu barış planını ortaya atmasına neden olmuştur. Üç aşamadan oluşan Yol Haritasının ilk aşaması, Filistin’de siyasi reformlar gerçekleştirilip, bu çerçevede seçimlerin yapılmasını, İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini, yeniden 2000 Eylül’e dönülmesini ve tarafların şiddete son vermesini; İkinci aşaması 242 ve 338 sayılı kararların uygulanmasını, geçici sınırlara sahip egemenlik unsurları taşıyan bir Filistin devletinin kurulmasını; bu çerçevede Filistin’de reformların bitirilmesini ve Filistin’in kendi demokratik kurumlarını oluşturmasını; üçüncü aşaması ise Kudüs, yerleşimciler meselesi ve Filistinli mülteciler sorunu gibi meselelerin çözümü ve tam bağımsız bir Filistin Devleti kurulması aşamasını gerçekleştirmeyi öngörüyordu. Bu dönemde Bush, Arafat’ı dışlamak için, Filistin yönetiminin müzakerelerde yer alabilmesinin, yeni başbakanın belirlenmesi ile mümkün olacağını belirtmiştir. Yol Haritası’ndan da etkili bir sonuç alınamamıştır.
Ariel Şaron, 2 Şubat 2004’te Gazze Şeridi’ndeki tüm Yahudi yerleşim yerlerini boşaltacağına ilişkin bir açıklama yapmasının ardından, Ağustos 2005’te başlattığı çekilme işlemini Eylül sonunda tamamladı. Böylece Yahudiler, Gazze’deki 21 yerleşim yerinin tamamından ve Batı Şeria’daki 120 yerleşim biriminin 4’ünden çekilmiş oldu. Ancak İsrail, Gazze’nin kontrolünü karadan, denizden ve havadan elinde bulundurmaya devam etti.
Filistin’de ise, 25 Ocak 2006’da yapılan seçimleri %60 oyla Hamas kazandı. İsrail’i tanımayan, şiddet kullanımından vazgeçtiğini açıklamayan ve kurtuluş bildirgesinde İsrail’in yıkılmasını öngören maddeyi kaldırmayan Hamas’ın iktidara gelmesi, onu terörist örgüt olarak gören ABD ve İsrail ile Filistin arasındaki ilişkinin zor bir döneme girdiğinin işareti oldu. Hamas’ın iktidara gelmesi ile İsrail hükümeti, aylık 50 milyon doları bulan gümrük vergisi ve fon gelirinin Filistinlilere aktarımını durdurma ve Hamas üyelerinin, İsrail denetimi altındaki bölgelerde dolaşımını engelleme gibi yaptırımlarda bulunmuştur.
Filistin’de Aralık 2006’da Hamas ve el-Fetih arasında çatışmalar yaşanmaya başlamış, sonuç olarak Batı Şeria’yı FKÖ, Gazze’yi ise Hamas’ın kontrol ettiği ikili bir yapı ortaya çıkmıştır.
2005-2007 arasındaki dönemde İsrail-Filistin arasındaki barış görüşmelerine ilişkin en önemli gelişme ise Amerika’nın girişimiyle 27-29 Kasım 2007’de gerçekleşen Annapolis toplantısı olmuştur. Bu toplantıda, taraflar arasında barış görüşmelerinin hemen başlaması ve 2008 sonuna kadar bitirilmesi, tarafların bu süre içerisinde Kudüs, mülteciler, yerleşimciler, sınırlar ve su konularını kapsayan nihai statü konularında anlaşma sağlamaya çalışması yönünde kararlar alınmıştır. Ancak 2008 yılına gelindiğinde hiçbir somut adım atılmamıştır. Filistinliler arasında çatışmaların devam ediyor olması, 2008’de ABD’de ve 2009’da İsrail’de seçimlerin olması bu sürecin başarı şansını azaltan sebepler arasında yer almaktadır. Aralık 2008-18 Ocak 2009 tarihleri arasında devam eden İsrail’in Gazze işgali ile bu süreçte uyguladığı meşruiyeti olmayan ambargo ve abluka, barış sürecini olumsuz etkileyen gelişmeler arasında yer almaktadır. İsrail bu dönemde, Gazze ablukasına karşı eylemleri ve insani yardım götürme girişimlerini de güç kullanarak önlemiştir. 31 Mayıs 2010’da Filistin’e yardım amaçlı yola çıkan Mavi Marmara adlı gemiye düzenlediği saldırıda 9 Türk hayatını kaybetmiştir.
Gazze Saldırısı Sonrası Süreç Ve Netanyahu Dönemi
Gazze işgali, İsrail’de Şubat 2009’da yapılan seçimlerde sağ partilerin oylarını arttırmasına, dolayısıyla merkez ve soldaki partilerin oy kaybetmesine neden olmuştur. Bu durum kamuoyunun Gazze saldırısını onayladığını göstermektedir. Seçimden sonra kurulan hükümetin başbakanı Netanyahu, daha önce yanaşmadığı iki devletli yaklaşımı kabul etmiş ancak kurulacak Filistin devletinin silahsızlandırılmış olması, havadan, karadan ve denizden İsrail kontrolünde olması ile söz konusu devletin güvenlik için başka bir devletten askeri destek istememesi yönünde uluslararası garanti vermesi koşullarını getirmiştir. Bunlara ek olarak Filistin ve Arap ülkelerinin, İsrail’i bir “Yahudi Devleti” olarak tanımalarını istemişlerdir. Kudüs’ün “ayrılmaz ve bölünmez olarak” İsrail’in ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, tüm Filistin’in Yahudi anavatanı olarak nitelenmesi ve Yahudi yerleşim yerleri inşaatına devam edilmesi, Filistin devletinin kurulmasına aslında izin verilmeyeceğini işaret etmekteydi.
İsrail’in yeni yerleşim yerleri inşa etmeye devam etmesi, ABD’nin tepkisine neden olmuştur. Ancak Obama yönetiminin İsrail’e silah satışına devam etme ve 2011’de İsrail’e verilen askeri yardımı 3 milyar dolara çıkarma kararı, taraflar arasında askeri bir sorun olmadığına işaret etmektedir.
İsrail’in Doğuşu ve Filistin Sorunu
Filistin sorununun ortaya çıkışında, Osmanlının bölgeden çekilme sürecinde ve İsrail devletinin kurulma sürecinde yaşanan olaylar belirleyici olmuştur. Bu süreçte, Halife Hz. Ömer zamanında (637) Müslümanların egemenliğine geçen Filistin, 11. yy’ın sonundaki Haçlı Seferlerine kadar Müslümanların denetiminde kalmıştır. Selahaddini Eyyubi’nin Haçlıları yenmesiyle tekrar ele geçirilen bölge, Eyyübilerden sonra Memlükler ve Osmanlılar döneminde de Müslümanların denetiminde kalmıştır.
Birinci Dünya savaşı sürecinde İngilizlerin; bir yandan Arapları (özellikle Hicaz-Şam hattında) Osmanlıya karşı kışkırtmaları, diğer yandan 1916 yılında Fransa ile imzaladıkları Sykes-Picot anlaşması ile Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmaları ve bunlara ek olarak Araplardan habersizce Filistin’de Yahudilerin milli yurdunun kurulmasını desteklemeleri, Filistin sorunu sürecinde belirleyici rol oynamıştır.
Filistin sorununda önemli rolü olan ve 1917’de açıklandıktan sonra bölgenin 1920’de İngiliz manda yönetimine girmesi ile içeriği uygulamaya konulan Balfour Deklarasyonu (Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour adıyla bilinir) Filistin topraklarında kurulacak Yahudi yurdu için destek sözü niteliğindedir. Bu dönemde bölgede 1918’de 700.000 olan Filistin nüfusunun %92’si Arap ve kalan %8’i Yahudi’yken ve Yahudilerin kontrol ettikleri toprak parçası yaklaşık %2,5 iken, 1922’de bu oran %11’e yükselmiştir. 1931’e gelindiğinde, İngiliz manda yönetiminin etkisiyle, Yahudilerin toplam nüfustaki oranı %17 iken, bu oran 1947’de %31’e, kontrol ettikleri toprak parçası ise %6,5’e yükselmiştir. Yönetim kademelerindeki Yahudilerin etkisi ve İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan soykırım, bölgeye göçlerin artmasında belirleyici olmuştur. Bu süreçte Araplar Birleşmiş Milletlere, hem Birleşmiş Milletlerin hem de İngiltere’nin Arap toprakları üzerindeki tasarrufu ve hâkimiyeti ile Balfour Deklarasyonu’nun hukuki boyutu, Birinci Dünya savaşı sırasında bağımsız bir Arap devleti kurma konusunda Araplara verilen vaatler ve Filistin halkının kendi Anayasası’nı ve yönetim biçimini seçebilme hakkı ile ilgili sorular sormuşlardır.
Filistin sorunu ve İsrail’in kuruluşunda belirleyici noktalardan bir diğeri Taksim Planı’dır. Artan Yahudi terörü nedeniyle İngiltere’nin Filistin sorununu Nisan 1947’de Birleşmiş Milletler’e havale etmesi ve aynı yıl toplanan genel kurulun, 11 üyeden oluşan Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’ni (UNSCOP) kurmasıyla yapılan görüşmelerde; Yahudiler ve Dünya Siyonist Teşkilatı lideri Weizmann Filistin’in taksimini, Arap devletleri de bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını istemişlerdir.
Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’nin çalışmaları sonucunda Çekoslovakya, Hollanda, İsveç, Kanada, Guatemala, Peru ve Uruguay tarafından desteklenen Çoğunluk Planı’na göre; Filistin Arap Devletleri, Yahudi Devleti ve Kudüs Bölgesi olmak üzere üç ayrı bölgeye taksim edilecek ve Eylül 1947’den sonra iki yıllık bir geçiş döneminin ardından Arap ve Yahudi devletleri bağımsız olacaktır. Çoğunluk Planı’nda üç bölgeye eşit taksim söz konusu değildir. Bu plana göre; Arap Devletine Filistin topraklarının %42,8’i verilecek ve devletin nüfusunun 725.000’ini Araplar ve 10.000’ini Yahudiler oluşturacaktır. Yahudilere taksim edilecek toprak ise; o güne kadar toprakların sadece %6,5’i kontrol etmiş olmalarına ve toplam nüfusun %31’ini oluşturmalarına rağmen Filistin topraklarının %56,4’ünü oluşturacaktı. Bu bölgede Yahudi nüfusu 498.000 iken, Araplar 407.000’den oluşacak ancak Araplar bir süre sonra sürülecektir.
Komiteden çıkan ikinci plan ise Azınlık Planı’ydı. Hindistan, İran ve Yugoslavya tarafından desteklenen bu plana göre; Arap ve Yahudi devletlerinden oluşan ve başkenti Kudüs olacak olan bağımsız bir Filistin Federal Devleti kurulacaktı. Bu süreçte Amerika’nın çoğunluk planını/taksim planını desteklemesi ve hatta diğer ulusları da desteklemeye zorlaması ile Çoğunluk Planı, 181 A sayılı tavsiye kararı ile 29 Kasım 1947’de kabul edildi. Kararın ardından İngiltere 15 Mayıs 1948’de Filistin’deki manda uygulamasını kaldırdığında Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmalar artmış, Yahudiler toplu katliamlarla Arapları göçe zorlamış ve Tel Aviv’de Yahudi Ulusal Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıklamıştır. İsrail devletini ilk tanıyan ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Onun arkasından SSCB de bu yeni kurulan devleti tanımıştır.
Arap İsrail Savaşları
1948 Savaşı: İlk Arap-İsrail savaşı, 1948’de Tel Aviv’de Yahudi Ulusal Konseyi’nin İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıklamasıyla Suriye, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetlerinin Filistin’e girmesiyle başlayan savaştır. Bu süreçte Güvenlik Konseyinin 19 Ekim 1948 tarihindeki ateşkes çağrısını taraflar kabul etmiş fakat çatışmaları durdurmamışlardır. Ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 11 Aralık 1948’de kabul ettiği 194 sayılı karar; Filistin Uzlaştırma Komisyonu (Türkiye-ABDFransa) kurulmasını, mültecilere evlerine geri dönme hakkı tanınmasını ve geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesini (ancak bu karar uygulanmamıştır), Kudüs ve güneyde Bethlehem’in sınırları geniş tutulup ayrı, askersiz bir bölge haline getirilerek BM’in denetimine bırakılmasını içermekteydi.
Savaş, İsrail’in Gazze’yi Mısır’la (ki Mısır ele geçirdiği toprakları ilhak etmezken, İsrail ve Ürdün ilhak etmiştir), Filistin’in Arapların elinde olan kısmını ise Ürdün’le paylaşarak kontrol ettiği toprakları %78’e çıkarmasıyla sona ermiştir. Bu sonuç toprakları işgal edilen 700.000900.000 Filistinlinin mülteci durumuna düşmesine neden olmuştur.
1956 Süveyş Krizi/İsrail’in Mısır’a Saldırısı: 1952’de Mısır’da darbeyle monarşiye son verilmiş, 1954’de Nâsır denetimi ele geçirmiştir. Nâsır’ın bağlantısızlık politikasını izlemesi, Doğu Blok’u ile iyi ilişkiler kurması, 1956 Mayıs’ında Çin’i tanıması ve 1955 Eylül’ünde yapılan anlaşma ile Çekoslovakya’dan silah satın alması, ABD ve İngiltere’nin daha önce verilen sözlere rağmen mevcut durumda Asvan Baraj projesine finansman desteği sağlamayacakları yönünde açıklama yapmalarına neden olmuştur. Bunun üzerine Nâsır, Temmuz 1956’da Süveyş kanalı şirketini gerekli finansmanı sağlamak için millileştirdiğini açıklamıştır. Ekim 1956’ya kadar finansman konusunda bir gelişme olmaması üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail kanal bölgesi ve Mısır’ın diğer önemli noktalarını işgal etmiştir. Sovyetler Birliği’nin tepkisi üzerine politik üstünlük sağlamalarından çekinen ABD, İngiltere ve Fransa’ya baskı uygulamış ve bu ülkeler BM’in kararına uyarak 6 Kasım’da geri çekilmişlerdir. Savaş sonucunda Nâsır askeri başarısızlığa rağmen Arap Dünyasında prestij elde etmiş, savaşta mayınlar ve batan gemiler dolayısıyla kapanan Süveyş kanalı 10 Nisan 1957’de trafiğe açılmıştır.
Altı Gün Savaşı/1967: İsrail’in 5 Haziran 1967’de Mısır’a saldırmasıyla başlayan savaşta, Mısır’ın hava gücü daha savaşın ilk saatlerinde etkisiz hale getirilmiştir. Bu süreçte İngiliz ve Amerikan güçleri, İsrail’e yapılacak olası bir saldırıyı caydırmak için İsrail açıklarında bekletilmiş, bu durum aynı zamanda İsrail’in hava ve kara gücünü rahatça kullanabilmesine olanak tanımıştır.
Savaş süresince Mısır uçaklarının yanı sıra Suriye ve Ürdün uçaklarını da imha ederek Arap güçlerinin %80’ini etkisiz hale getiren İsrail, savaş sonucunda Mısır’a ait olan Gazze bölgesi ve Sina yarımadasını, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni ve Ürdün’ün egemenliğindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmiştir. Böylelikle İsrail 1947’deki Taksim Kararı ile kendisine bırakılan toprakları 1967’de dört katına çıkarırken, güvenlik tehdidi oluşturan Mısır’ın askeri gücünün %80 zayıflamasına neden olmuştur.
1967 savaşının bir diğer sonucu, Arap-İsrail sorununu daha karmaşık bir boyuta taşımış olmasıdır. Savaş öncesinde sorun, İsrail’in nihai sınırlarının belirlenmesi ve mülteci sorunu iken, savaş sonrasında “İsrail” kavramı Araplar için artık kabul edilen bir gerçek halini almıştır. Arap topraklarının büyük bir kısmını elinde bulunduran İsrail’den bu toprakların geri alınması, Kudüs’ün Statüsü, Batı Şeria’nın durumu ve sayıları gittikçe artan mülteci sorunu, çözüm bekleyen sorunlar arasında yer almıştır. Bu durum, ABD ve SSCB gibi dış güçlerin bu sorunlar ile daha fazla ilgilenmek zorunda kalmalarına neden olmuştur.
Konuyla ilgili BM’nin 22 Kasım 1967 tarihli, 242 sayılı kararı; İsrail’in savaş durumuna son vermesini ve işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bölgedeki devletlerin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı ile tanınmış sınırlar içerisinde kuvvet tehdidinden uzak olarak güvenlikli ve barış halinde yaşama hakkının tanınmasını içermekteydi. Bunlara ek olarak kararda; uluslararası suyollarında seyrüsefer serbestisinin garanti altına alınması, mülteciler meselesinin adil bir çözüme kavuşturulması, gayri askeri bölgeler ihdası suretiyle bölgedeki her devletin toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığının garanti altına alınması ihtiyacı vurgulanmaktaydı. Ayrıca kararda genel sekreterden, bu kararın ilkelerine uygun barışçı ve kabul edilmiş bir çözümün gerçekleştirilmesinde taraflarla gerekli temasları yapmak üzere bir özel temsilci tayin edilmesi istenmekteydi. Ancak İsrail, BM’nin bu ve bundan sonraki kararlarını tanımayacağını dile getirmiştir.
1973 Ekim Savaşı: Bu savaş Suriye ve Mısır tarafından; Suriye ve Sina olmak üzere iki cepheden başlatılan savaştır. Savaş sürecinde ilk başta ağır kayıplar veren İsrail, ilerleyen günlerde üstünlüğü eline geçirmiştir. Irak, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın savaşa katılmalarına rağmen Arapların lehine bir durum gerçekleşmemiştir. ABD’nin İsrail’e yardım etmesi ve tarafların BM’nin 22 Ekim tarihli 338 sayılı ateşkes kararını kabul etmeleriyle savaş mevcut durumda bir değişiklik olmadan başladığı noktada sonuçlanmıştır. Bu karar; tarafların bulundukları yerde ateşi kesmelerini ve ateşkesi 242 sayılı kararın bütün unsurlarını uygulayarak gerçekleştirmelerini, ayrıca Orta Doğu’da kalıcı ve adil bir barışın tesisi için aracılar vasıtasıyla müzakerelerin başlamasını öngörmekteydi.
1973 Ekim savaşındaki en önemli karar, 16/17 Ekim 1973 tarihinde OAPEC ülkeleri tarafından alınan ambargo kararıdır. Bu ambargo petrol fiyatlarında artışa gidilmesine neden olmuş, petrol fiyatları kısa sürede 2-3 dolardan 16 dolara kadar çıkmıştır.
Bu süreçten sonra Mısır, işgal edilen topraklarını geri alabilmek için Washington ile görüşmelere başlamıştır. 1974/1975 ayırma anlaşmalarıyla başlayan süreç, 1978’de Camp David Çerçeve Anlaşması’nın ve 1979 Mart ayında Mısır-İsrail Barış Anlaşması’nın imzalanması ile devam etmiştir.
Camp David Sonrası Gelişmeler
1979 Mart’ında İsrail’le diplomatik ilişkiler kurulmasını ve İsrail’in Sina’dan aşamalı bir şekilde çekilmesini öngören anlaşmanın imzalanması üzerine Mısır, Camp David Anlaşması ile 1967’de İsrail’in eline geçen Sina’yı geri almayı garantilemiştir ancak bu durum Arap dünyasının tepkisine neden olmuştur. Bu tepki sonucu Mısır’ın Arap Birliği’ne üyeliği askıya alınmış ve Arap Birliği’nin merkezi, Kahire’den Tunus’a taşınmıştır.
1978-1979 Camp David anlaşmalarına rağmen İsrail’in önce 1980’de Doğu Kudüs’ü, 1981’de Golan Tepeleri’ni ilhak etmesi ve 1982’de Güney Lübnan’ı işgal etmesi, barışa yönelik tavrında bir değişiklik olmadığının göstergesi olmuştur. Yaşanan bu gelişmelerin ardından 1982 Eylül’ünde yapılan Regan Planı adlı teklifte ABD, İsrail’in Batı Şeria’yı güvenlik içerisinde yönetmesini sağlayacak bir formül üzerinde dururken, bağımsız bir Filistin devletini desteklemeyeceğini, sadece belli bir süre sonra (beş yıl) özerklik verilebileceğini belirtiyordu. Diğer bir ifade ile plan, Filistin sorununa çözüm getirmeyip sadece ertelerken, kısa vadede İsrail’in güvenlik sorununu çözmeyi amaçlıyordu. Bu plan Batı Şeria’dan çekilme çağrısında bulunduğu için İsrail tarafından reddedildi. 1983 Şubatı’nda Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi de, planın sorunlarına ciddi çözümler getirmediğini belirterek reddetti. Eylül 1982’de Fez’de toplanan Arap Zirvesi’nde ortaya konan Fez Planı’nda yer alan Filistinliler için temel talepler, Filistinlilerin kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olması, FKÖ’nün tek meşru temsilci olarak tanınması, Kudüs’ün doğusu da dâhil olmak üzere İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulması şeklindeydi. Bunlara ek olarak, Yahudi yerleşim yerlerinin boşaltılmasını, Filistinli mültecilerin geri dönüşlerinin sağlanmasını ve geri dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesi konusundaki BM kararının uygulanmasını, üç dinin kutsal yerlerde dinsel törenlerini özgürce yapabilmelerini ve Batı Şeria ile Gazze’nin altı aydan fazla süreyle BM gözetiminde kalmasını, BM Güvenlik Konseyinin bölgedeki tüm devletlere barışı garanti etmesini talep ediyordu.
Bu süreçten sonra yaşanan en önemli gelişmeler arasında Aralık 1987’de başlayan Filistin İntifada hareketi ve Ağustos 1988’de Ürdün Kralı Hüseyin’in, Batı Şeria ile yasal ve yönetimsel bağlarını kopardığına, FKÖ’yü Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak her açıdan destekleyeceğine, Filistin önderliğinde sürgünde kurulacak hükümeti tanıyan ve destekleyen ilk ülke olacaklarına ilişkin açıklamaları yer almaktadır. Bu açıklamaların ardından 12-15 Kasım 1988’de Cezayir’de toplanan FKÖ ve Filistin Ulusal Konseyi’nin 1948 bölünme sınırlarını esas alan ve başkenti Kudüs olan, sürgünde bağımsız bir Filistin devleti kurulduğunu açıklamaları dönemin bir diğer önemli olayıdır. Bu süreçte Filistin politikasındaki önemli değişiklik 242 ve 338 sayılı BM kararlarını ve İsrail’in var olma hakkını kabul etmeleri olmuştur.
1988 sonu ve 1989 başından itibaren bölgesel ve uluslararası koşullar (ABD baskısı, İsrail kamuoyundan gelen baskılar) FKÖ ile İsrail Izak Şamir hükümeti arasında müzakerelerin başlamasını kaçınılmaz kılmıştır. Böylece Ekim 1991’de Madrid görüşmeleri başlamıştır. 1992 Haziran seçimlerini İşçi Partisi’nin kazanmasıyla barış süreci yeni bir dinamizm kazanmış, Eylül 1993’te Norveç’in arabuluculuğuyla Oslo Süreci başlamıştır.
Oslo Sonrasında Orta Doğu Barış Süreci
Oslo sürecinde imzalanan anlaşmalar; FKÖ ve İsrail’in karşılıklı olarak birbirlerini tanımalarını, FKÖ’nün şiddet kullanımından vazgeçmesini, Gazze ve Eriha’da geçici bir özerk yönetim oluşturulmasını öngörüyordu. Anlaşmanın Mayıs 1994’te imzalanan ikinci aşaması ise, Batı Şeria’da Özerk Filistin yönetimi oluşturulmasını ve beş yıl içerisinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını içeriyordu.
Oslo süreci sonunda Filistin’in tam kontrolüne terk edilen bölge %18’de kalmış, ortak denetimin söz konusu olduğu bölge ise %22 olmuştu. 1967’de işgal edilen Batı Şeria’nın %60’ı hala İsrail’in tam denetiminde bulunuyordu. Bunun nedeni, bu süreçte yapılan anlaşmalara rağmen İsrail’in çekilme işlemini geciktirmesi, yeni yerleşim birimleri kurmaya devam etmesi ve bu dönemde Yahudi yerleşim birimleri ile İsrail’in diğer bölgelerine ulaşımı sağlayacak olan yolları Filistin köylülerinin topraklarında inşa etmesidir.
17 Mayıs 1999 tarihinde yapılan başbakanlık seçimlerini kazanan ve Netanyahu yerine gelen İşçi Partisi lideri Ehud Barak’ın, barış süreci konusundaki yaklaşımı olumlu olmuştur. Taraflar, 4 Eylül 1999’da Mısır’da imzalanan Şarm el-Şeyh Memorandumu çerçevesinde Kudüs’ün statüsü, sınır sorunu, Yahudi yerleşimleri ve mülteciler sorununu içeren nihai statü görüşmelerine başlayabilmek için önceki anlaşmalarda öngörülen hedeflerin gerçekleştirilmesi gereği üzerine odaklanmışlardır. Sonrasında 11-24 Temmuz 2000 tarihleri arasında İsrail ve Filistin heyetleri Camp David’de bir araya gelerek, Oslo sürecinin öngördüğü nihai statü konularında bir anlaşma sağlamaya çalışmışlardır. II. Camp David zirvesinde yapılan anlaşmada, barış sürecinin son tarihi 13 Eylül 2000 olarak gösterilmiş ama anlaşma öncesi bir araya gelen tarafların birbirlerinden uzak oldukları bir kez daha anlaşılmıştır.
28 Eylül 2000 tarihi, Filistin sorununun dönüm noktalarından biri olmuş, muhalefetteki Ariel Şaron’un, Harem-i Şerif ‘e (el- Aksâ Camii) çok sayıda İsrail askeriyle yaptığı provokasyon niteliğindeki ziyaret, Filistinlilerin protesto gösterilerine yol açmış ve El–Aksâ İntifadası olarak da bilinen İkinci İntifadayı başlatmıştır. Bu süreçte bir yanda İsrail’in orantısız güç kullanımı ve sindirme girişimi, diğer yanda İslami Cihad, El-Aksâ Şehitleri Tugayı, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Hamas’ın üstlendiği intihar saldırıları olmuş, gerek İsrail saldırılarında, gerekse İsraillilere karşı girişilen intihar saldırılarında çok sayıda can kaybı yaşanmıştır.
İsrail’de 6 Şubat 2001’de yapılan seçimlerde Ariel Şaron’un başbakan olması gerilimi daha da arttırmış, hatta Şaron, 11 Eylül sonrasında Filistin halkına karşı uyguladığı şiddeti, Amerikan hükümetinin Afganistan’a karşı uyguladığı terör savaşıyla ilişkilendirmiştir. 2002 Şubat ayından itibaren saldırılarını Arafat üzerinde yoğunlaştıran Şaron hükümeti, Arafat’ın Ramallah’taki karargâhını kuşatmıştır. Yaşanan bu gelişmelerden sonra 26-28 Mart 2002’de 22 ülkenin katılımıyla Beyrut’ta yapılan dördüncü Arap Birliği zirvesinde, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah tarafından sunulan ve İsrail’in 1967’deki sınırlara çekilmesi ve Filistinli mültecilerin sorununun çözümü karşılığında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini öngören plan, ‘Arap Planı’ olarak kabul edilmiştir. Bu plan ilk kez İsrail’in bütün komşuları ve Arap ülkeleriyle aynı anda barış anlaşması imzalayarak güvenli sınırlarda tanınması fırsatını vermekteydi.
Şaron’un 2002 Mart ve Nisan’da Filistin topraklarına yoğun saldırısı ve yaşanan gelişmeler, 2002’nin ikinci yarısında New York’ta ABD, AB, BM ve Rusya’nın ‘Yol Haritası’ adlı yeni bir Orta Doğu barış planını ortaya atmasına neden olmuştur. Üç aşamadan oluşan Yol Haritasının ilk aşaması, Filistin’de siyasi reformlar gerçekleştirilip, bu çerçevede seçimlerin yapılmasını, İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini, yeniden 2000 Eylül’e dönülmesini ve tarafların şiddete son vermesini; İkinci aşaması 242 ve 338 sayılı kararların uygulanmasını, geçici sınırlara sahip egemenlik unsurları taşıyan bir Filistin devletinin kurulmasını; bu çerçevede Filistin’de reformların bitirilmesini ve Filistin’in kendi demokratik kurumlarını oluşturmasını; üçüncü aşaması ise Kudüs, yerleşimciler meselesi ve Filistinli mülteciler sorunu gibi meselelerin çözümü ve tam bağımsız bir Filistin Devleti kurulması aşamasını gerçekleştirmeyi öngörüyordu. Bu dönemde Bush, Arafat’ı dışlamak için, Filistin yönetiminin müzakerelerde yer alabilmesinin, yeni başbakanın belirlenmesi ile mümkün olacağını belirtmiştir. Yol Haritası’ndan da etkili bir sonuç alınamamıştır.
Ariel Şaron, 2 Şubat 2004’te Gazze Şeridi’ndeki tüm Yahudi yerleşim yerlerini boşaltacağına ilişkin bir açıklama yapmasının ardından, Ağustos 2005’te başlattığı çekilme işlemini Eylül sonunda tamamladı. Böylece Yahudiler, Gazze’deki 21 yerleşim yerinin tamamından ve Batı Şeria’daki 120 yerleşim biriminin 4’ünden çekilmiş oldu. Ancak İsrail, Gazze’nin kontrolünü karadan, denizden ve havadan elinde bulundurmaya devam etti.
Filistin’de ise, 25 Ocak 2006’da yapılan seçimleri %60 oyla Hamas kazandı. İsrail’i tanımayan, şiddet kullanımından vazgeçtiğini açıklamayan ve kurtuluş bildirgesinde İsrail’in yıkılmasını öngören maddeyi kaldırmayan Hamas’ın iktidara gelmesi, onu terörist örgüt olarak gören ABD ve İsrail ile Filistin arasındaki ilişkinin zor bir döneme girdiğinin işareti oldu. Hamas’ın iktidara gelmesi ile İsrail hükümeti, aylık 50 milyon doları bulan gümrük vergisi ve fon gelirinin Filistinlilere aktarımını durdurma ve Hamas üyelerinin, İsrail denetimi altındaki bölgelerde dolaşımını engelleme gibi yaptırımlarda bulunmuştur.
Filistin’de Aralık 2006’da Hamas ve el-Fetih arasında çatışmalar yaşanmaya başlamış, sonuç olarak Batı Şeria’yı FKÖ, Gazze’yi ise Hamas’ın kontrol ettiği ikili bir yapı ortaya çıkmıştır.
2005-2007 arasındaki dönemde İsrail-Filistin arasındaki barış görüşmelerine ilişkin en önemli gelişme ise Amerika’nın girişimiyle 27-29 Kasım 2007’de gerçekleşen Annapolis toplantısı olmuştur. Bu toplantıda, taraflar arasında barış görüşmelerinin hemen başlaması ve 2008 sonuna kadar bitirilmesi, tarafların bu süre içerisinde Kudüs, mülteciler, yerleşimciler, sınırlar ve su konularını kapsayan nihai statü konularında anlaşma sağlamaya çalışması yönünde kararlar alınmıştır. Ancak 2008 yılına gelindiğinde hiçbir somut adım atılmamıştır. Filistinliler arasında çatışmaların devam ediyor olması, 2008’de ABD’de ve 2009’da İsrail’de seçimlerin olması bu sürecin başarı şansını azaltan sebepler arasında yer almaktadır. Aralık 2008-18 Ocak 2009 tarihleri arasında devam eden İsrail’in Gazze işgali ile bu süreçte uyguladığı meşruiyeti olmayan ambargo ve abluka, barış sürecini olumsuz etkileyen gelişmeler arasında yer almaktadır. İsrail bu dönemde, Gazze ablukasına karşı eylemleri ve insani yardım götürme girişimlerini de güç kullanarak önlemiştir. 31 Mayıs 2010’da Filistin’e yardım amaçlı yola çıkan Mavi Marmara adlı gemiye düzenlediği saldırıda 9 Türk hayatını kaybetmiştir.
Gazze Saldırısı Sonrası Süreç Ve Netanyahu Dönemi
Gazze işgali, İsrail’de Şubat 2009’da yapılan seçimlerde sağ partilerin oylarını arttırmasına, dolayısıyla merkez ve soldaki partilerin oy kaybetmesine neden olmuştur. Bu durum kamuoyunun Gazze saldırısını onayladığını göstermektedir. Seçimden sonra kurulan hükümetin başbakanı Netanyahu, daha önce yanaşmadığı iki devletli yaklaşımı kabul etmiş ancak kurulacak Filistin devletinin silahsızlandırılmış olması, havadan, karadan ve denizden İsrail kontrolünde olması ile söz konusu devletin güvenlik için başka bir devletten askeri destek istememesi yönünde uluslararası garanti vermesi koşullarını getirmiştir. Bunlara ek olarak Filistin ve Arap ülkelerinin, İsrail’i bir “Yahudi Devleti” olarak tanımalarını istemişlerdir. Kudüs’ün “ayrılmaz ve bölünmez olarak” İsrail’in ebedi başkenti olarak ilan edilmesi, tüm Filistin’in Yahudi anavatanı olarak nitelenmesi ve Yahudi yerleşim yerleri inşaatına devam edilmesi, Filistin devletinin kurulmasına aslında izin verilmeyeceğini işaret etmekteydi.
İsrail’in yeni yerleşim yerleri inşa etmeye devam etmesi, ABD’nin tepkisine neden olmuştur. Ancak Obama yönetiminin İsrail’e silah satışına devam etme ve 2011’de İsrail’e verilen askeri yardımı 3 milyar dolara çıkarma kararı, taraflar arasında askeri bir sorun olmadığına işaret etmektedir.